Türkiye, neresinden bakılsa, anlaşılması zor, kontrolü zor, yönetilmesi zor bir ülke. Türkiye’nin yönetilmesini zorlaştıran pek çok faktör var: tarih, coğrafya, jeostratejik konum, imparatorluk bakiyesi bir toplum, sosyolojik-kültürel dokusuyla uyumlu olmayan tepeden inmeci modernleştirme girişimleri, sağ-sol, Alevi-Sünni, Türk-Kürt, Müslim-Gayrimüslim fay hatları, içerden ve dışarıdan “devleti ele geçirme” çabaları… Son 2 yıldır, daha önce pek örneğini görmediğimiz yeni bir kriz yaşıyoruz: Paralel Yapı krizi. 7 Şubat 2012 MİT krizi ile başlayan, 17-25 Aralık 2013 kırılmasıyla devam eden, son 14 Aralık 2014 operasyonuyla yeni bir boyut kazanmış enteresan bir süreç yaşıyoruz. Dünyada dış güçlerin asker üzerinden darbe yaptırdığı ülkeler vardır; içerdeki “zinde” güçlerin askeri darbe yaptığı ülkeler vardır. Ama dış kaynaklı bir üst aklın içerde birilerini taşeron olarak kullanıp, veya tersinden söylersek, içerde birilerinin grup menfaatleri uğruna dışarıdan birilerinin taşeronluğunu yaparak, emniyet ve yargı üzerinden darbeye giriştiği başka bir ülke, benim bildiğim kadarıyla yoktur.
Pek çok insan, uzun süre malûm Cemaatin ve başındakilerin iyi niyetine inandı, güvendi, hayır hizmetlerine destek verdi, önlerini açtı, yurtiçi ve yurtdışındaki girişimlerini destekledi. Gün gelip bu yapının içinden bir canavarın, masum hayırseverlerin omzuna basarak yükselen bir ihanet şebekesinin çıkacağına, devletin kilit mevkilerine sızıp, Türkiye’nin yükselişinden rahatsız olan uluslararası güçlerle iş tutacağına, İsrail, Amerikan Neoconları ve Alman derin devletiyle işbirliği, güçbirliği ve ağızbirliği edeceğine, emniyet ve yargı üzerinden hükümet darbesine teşebbüs edeceğine, kendisini kurtarmak için Türkiye’yi ateşe atmaktan çekinmeyeceğine hemen hiç kimse ihtimal vermemişti. 7 Şubat 2012’den bu yana, özellikle de bundan tam 1 yıl önce yaşanan 17 Aralık kırılmasından bu yana yaşadığımız süreç, ne yazık ki, böyle bir süreç. MİT Müsteşarını sorguya çağırmalar, usulsüz telefon dinlemeler, montaj kasetler, devletin sağır odasındaki gizli toplantıyı dinleyip ifşa etmeler, birtakım davalarda sahte delil icat etmeler, soru çalıp yandaşlara vererek sınavlara hile karıştırmalar, birbiriyle alakasız yolsuzluk dosyalarını birleştirip büyük çaplı bir operasyona dönüştürmeler, MİT tırlarını durdurup namluların gölgesinde aramalar, “Dönemin Başbakanı” şeklinde fezlekeler hazırlayıp Bakanları Emniyet koridorlarına taşımaktan sözetmeler, adliye önünde bildiri dağıtmalar, Washington, Londra, Berlin ve Tel-Aviv’deki belirli merkezlerle ağız birliği etmeler… Sayılamayacak kadar fecaat.
Bütün bu fecaatin din adamlığıyla da, eğitim ve hayra hizmetle de, Ahiret’te hesap verme bilinciyle de, yolsuzlukla mücadele gayretiyle de izahı mümkün değil. Bu olsa olsa, siyasi sorumluluk almadan devleti yönetme ihtirasıyla, yıllardır yapılan bir “devleti ele geçirme” planının icraata konmasıyla, sadece kendini “hak” bilip ötekilerin tümünü “batıl” sayan bir egoizm ve benmerkezcilikle izah edilebilir. Alternatif bir izah, kendi perspektifinden “dünyayı fethedeyim” derken iyi geçinmek zorunda kalınan ve giderek dizginlerin tamamen kaptırıldığı dünyanın ağababalarının baskı ve şantajlarına boyun eğmek, onlar ne emrederse yapmak zorunda kalmak olabilir.
İhtimaldir ki, Türkiye’nin giderek güçlenmesinden, bölgesel bir aktör haline gelmesinden, iç ve dış politikasını başkalarından talimat almadan belirleyebilir hale gelmesinden, “One Minute”ten, Mavi Marmara’dan rahatsız olan güçlerle grup çıkarları uğruna girilmiş olan içli-dışlı ilişkilerin bir faturası vardır. Borcunu sıfırlayıp IMF’yi kovmuş, BM Güvenlik Konseyi’ni ve AB’yi eleştiren, "Dünya beşten büyüktür" diyen, savunma sanayisinde dışa bağımlılığı azaltan Türkiye'den hazzetmeyen, ülkemizin köprüler, havalimanları, duble yollar, hızlı trenler ve nükleer santrallerle gerçekten de bağımsız bir bölgesel ve küresel aktör olarak sivrilmeye başlamasından hiç de hoşnut olmayan dış odakların ödetmek istediği bir bedel vardır. Bu bedel, yükselen Türkiye’ye ve Türkiye’nin yakın tarihinin en karizmatik, cesur ve kararlı lideri Erdoğan’a diz çöktürme operasyonuna taşeronluk yapmak olarak önlerine konmuş olabilir. 30 Mart seçimlerinin sonuçları “kafayı toparlamak” için bir fırsat olabilirdi, olmadı; 10 Ağustos seçimlerinin sonucu esaslı bir özeleştiri fırsatı olarak değerlendirilebilirdi, yapılmadı. Her defasında küstah ve kibirli bir dille bu işin hakkından gelineceği, başlanmış operasyonun bitirileceği ima edildi. Ya siyasi hırs aklın, mantığın, iz’anın ve sağduyunun o kadar önüne geçmiş ki, girilen yolun bir çıkmaz sokak olduğu görülemiyor, bu yolda gitmenin intihar demek olduğuna ihtimal dahi verilmiyor; ya da dizginler birilerinin eline o kadar kaptırılmış ki, zaten irade kendi ellerinde değil.
Herkesin şunu öğrenmesi lazım: demokrasilerde devleti kontrol etmenin de yönetmenin de yolu siyaset yapmaktan, sandıktan, halktan yetki almaktan geçer. Askeri darbeyle, sivil darbeyle, emniyet veya yargı darbesiyle devleti kontrol etmeye kalkışmak illegaldir, gayrimeşrudur, gayriahlakidir, kabul edilemez. Devlet içinde devlet olamaz; devlet hiyerarşisi içinde bir memur ancak amirinden emir alabilir; hiyerarşi dışından emir ve talimat alınamaz. Ya aşırı siyasi hırs, ya da başkalarına dizginleri kaptırmanın neticesi olarak bir darbeye teşebbüs eden, bunun bedelini ödemeye hazır olmalıdır. Çok şükür ki, Türkiye’de ilk defa millet iradesi bu kadar egemendir; Anadolu’nun ezilen ve horlanan, devletin sürekli tokatını yemiş insanları Erdoğan öncülüğünde merkeze yürümüştür; yurdum insanı bunun hayati değerini çok iyi bilmektedir, bunun için de sap ile samanın karıştırılması gayretlerine prim vermemektedir.