5. Ahlâk Piyasanın Neresinde?
Piyasa-ahlâk ilişkileri ötedenberi ilgi çekmiş konulardan biridir. Her ne kadar neoklasik iktisatçıların değerden bağımsız bilim yapma çabaları sonucu zaman zaman ahlâk-piyasa ilişkileri ikinci plana atılmış olsa da, bir sosyal bilim dalı olarak insanın iktisadi davranışını çözümlemeyi konu edinen iktisadın büsbütün ahlâkın alanı dışında kalması düşünülemez. Bu bağlamda para kazanma dürtüsünün ve kendi menfaati peşinde koşmanın gayri ahlâki olup olmadığı, piyasanın ahlâktan bağımsız olup olmadığı, ahlâkın piyasayı, piyasanın da ahlâkı dışlayıp dışlamadığı gibi konular sosyal bilimciler ve toplumsal sorunlar üzerine kafa yoran aydınların ilgisini çekmeye devam edecektir. Son yıllarda iktisat ve ahlâk konusuna olan ilgi yeniden canlanmaktadır. Nitekim bu konuya dikkat çeken Rowley “Geride bıraktığımız çeyrek yüzyıllık dönemde iktisat ve ahlâk felsefesi arasındaki ilişkiler üzerine akademik ilgi yeniden doğmuş, “İkinci Dünya Savaşından sonra Batıda beliren ideolojiyle ilgili görünürdeki fikirbirliği ile pozitivist bilim anlayışının felsefeciler, iktisatçılar ve siyaset bilimciler üzerindeki güçlü kıskacının sonucu olarak sönmeye yüztutan bir ateşin yeniden alevlenmesine tanıklık etmiştir” demektedir (Rowley, 2002: 39).
Son yıllarda Batı dünyasında üniversiteler ve iş dünyasında “business ethics” ve bunun türevleri olan başlıklar taşıyan, iş ahlakı ve iş dünyasında ahlâki değerlerin önemine dikkat çeken dersler konmakta, seminer ve konferanslar düzenlenmektedir. Bu arada küreselleşme olgusu eksenli tartışmalarda İslamcı, ulusalcı ve Marksist eğilimli çevrelerden gelen piyasa sisteminin orman kanunlarına cevaz verdiği, ahlâki ilke tanımadığı, eşitsizlik ve yoksulluk ürettiği, bunun da gayri ahlâki olduğu yönündeki eleştirilere cevap verme gayretleri de ahlâk ve piyasa ilişkilerine olan ilgiyi son zamanlarda biraz daha artıran faktörler arasında yeralmaktadır. Konu hem iş dünyasını, hem akademik camiayı, hem de çeşitli ideolojik seçenekler arasında tercih yapma arayışındaki gençlerin gündemini meşgul eden önemli bir konudur. Bu çerçevede bu yazıda piyasa-ahlâk ilişkileri bağlamında bir kaç önemli noktanın altı çizilmekte, ahlâkın piyasa ile uyum içinde olup olmadığı konusu irdelenmektedir.
Ahlâk, aynen din gibi, insanlığın en eski kurumlardan biri olup, bireylerin davranış kodları üzerine kimi kısıtlar getirir. Davranışların hangisinin iyi, hangisinin kötü olduğu, dolayısıyla hangi davranışın yerine getirilmesi, hangi davranıştan ise uzak durulması gerektiğini bir topluma egemen olan ahlâk kuralları belirler. Ahlâktan bağımsız, ahlâki davranışa ilişkin kodların hiç gelişmemiş olduğu bir toplum düşünmek çok zordur. Her toplumda, birbirinin tıpatıp aynısı olmasa da, zaman içinde gelişmiş, bireylerin, davranışlarını kendilerine uydurmak zorunda hissettikleri, bunu yapmadıkları zaman ayıplama, kınama, hatta toplumdan dışlama gibi yazılı olmayan yaptırımlarla karşılaştıkları kurallar manzumesi mutlaka vardır. Bu anlamda “ahlâksız” toplum yoktur.
Öte yandan piyasa, kısaca bir malın alım-satımının yapıldığı, alıcı ve satıcıların biraraya gelerek mal ve hizmet mübadelesini gerçekleştirdikleri, bu suretle fiyatların belirlendiği ortam olarak tanımlanabilir (Demir ve Acar 1997:182). Özellikle telefon, faks ve elektronik posta gibi hızlı iletişim imkânlarının yaygınlaştığı, e-ticaret gibi kavramların günlük hayatımıza girdiği günümüzde piyasa denince bundan sadece arz edicilerle talep edicilerin bizzat biraraya gelip mübadeleyi yüzyüze gerçekleştirdikleri pazar yerinin anlaşılmaması gerektiği açıktır. Bu anlamda mal ve hizmet mübadelesini mümkün kılan fiziksel, elektronik veya sanal her türlü ortam piyasa olarak değerlendirilmelidir.
Piyasa ekonomisi veya serbest piyasa sistemi denince, verilen bu piyasa tanımıyla yakın ilişki içinde bir olgudan sözediliyor demektir. Piyasa ekonomisinde merkezden planlama yoktur, fiyatlar belirli bir otorite tarafından değil, alıcıların satın almak, satıcıların da satmak istedikleri miktarın—iktisadın temel kavramları olarak arz ve talebin—karşılaşmasıyla belirlenir. Böyle bir şeyin olabilmesi yani “piyasa fiyatı”nın belirlenebilmesi için alışveriş imkânlarının kısıtlanmamış olması, yani mübadelenin serbestçe yapılabilmesi gerekir. Dahası, alıcılar ve satıcıların mübadele amacıyla pazar yerine gelmeleri veya sanal pazarda buluşmaları için kendilerine ait alacak veya satacak şeylerinin bulunması gerekir. Bunun ima ettiği şey, piyasa ekonomisinin olmazsa olmaz koşullarından birinin de özel mülkiyet olmasıdır. Kimi sosyalist eğilimli iktisatçılar kamu otoritesince yönetilen fiyatlarla da piyasanın oluşturulabileceğini iddia etmişlerse de bunun gerçek anlamda bir piyasa olmayacağı açıktır.
Nihayet piyasa ekonomisinin olmazsa olmaz şartlarından biri de rekabettir. Rekabet belirli, herkese açık, kimseyi kayırmayan kurallar dahilinde üreticiler ve dağıtımcılar arasındaki açık yarışmadır. Piyasa ekonomisinde daha iyiyi daha ucuza üretmenin anahtarı rekabettir. Yeni ürünlerin üretilmesi veya mevcut ürünlerin çeşidinin artırılması, kalitesinin iyileştirilmesi veya maliyetinin düşürülmesi ancak rekabetin itici gücü sayesinde mümkün olabilmektedir. Rekabetin engellenmesi piyasayı öldürür, ya da rekabetin olmadığı yerde piyasa ekonomisinden sözedilemez. Bütün bu unsurları biraraya getiren bir piyasa sistemi şu şekilde tanımlanabilir: Özel mülkiyet, girişim özgürlüğü, serbest ticaret ve rekabete dayalı; tüketicilerin fayda temin etmek, üreticilerin de kâr etmek amacıyla iktisadi faaliyetlerde bulunup ellerindekini serbestçe mübadele edebilmelerine imkân tanıyan sistem, piyasa sistemidir.
Birer kurum olarak ahlâk ve piyasadan bu şekilde sözettikten sonra, şimdi ahlâk ve piyasa ilişkilerine gözatabiliriz. Kanımca piyasa ve ahlâk ilişkileri konusunda altı çizilmesi gereken beş önemli önerme şu şekilde sıralanabilir: 1. Ahlâkın kaynağı piyasa değildir; 2. Piyasanın ahlâk ile bir uyum sorunu yoktur; 3. Piyasa ahlâkı teşvik eder; 4. Piyasa ahlâkın olumlu dışsallığından yararlanır; 5. İşadamlarının para kazanma güdüsü ile zenginliğin yaratılması ahlâksızlık değildir. Aşağıda sırasıyla bu önermeler açımlanmaktadır.
1. Ahlâkın kaynağı piyasa değildir; ahlâk piyasadan önce ve piyasa dışında da vardır
Yazının başında ahlâkın insanlık tarihinin en eski kurumlarından biri olduğuna değinmiştik. Henüz piyasa, devlet, uluslararası ticaret,.. gibi kurumlar ortaya çıkmadan bile muhtemelen insan-insan ilişkilerini düzenleyen, hangi davranışların iyi, hangilerinin kötü olduğunu belirleyen sözlü kurallar vardı. Bu arada belirtilmesi gereken bir şey de bütün zamanlar ve bütün toplumlar için geçerli tek bir genel geçer ahlâkın bulunmadığı, birçok ortak unsur taşısalar da, farklı dini, kültürel ve toplumsal koşullara özgü farklı ahlâki sistemler veya yapıların olabileceğidir.
Bu bağlamda örneğin İslam ahlâkı olabilir, Hristiyan ahlâkı olabilir, hatta Hristiyanlık mezhepleri içinde her birinin kendine özgü bir ahlâkı olabilir. Nitekim gelmiş geçmiş en büyük sosyal bilimcilerden biri olarak kabul edilen, iktisatla da uğraşmış olmasına rağmen daha çok sosyolog kimliğiyle tanınan Max Weber, Batıda kapitalizmin ortaya çıkışını izah ederken, anahtar bir kavram olarak, Protestan ahlâkından sözeder.
Ahlâkın kaynağı din olabilir, kültür olabilir, geçmişten devralınan uygarlık mirası olabilir, gelenek veya görenekler olabilir. Bütün öteki unsurları derinden etkileme potansiyeli nedeniyle din büyük olasılıkla ahlâkın en önemli kaynağıdır. Ancak din-dışı, laik veya seküler başka toplumsal kurumların da her toplumun ahlâk kodlarına şu veya bu şekilde etkide bulunmuş olması mümkündür. Kısaca burada vurgulanmak istenen şey, ortaya çıkması bağlamında ahlâkın piyasadan bağımsız bir kurum olduğudur. Ahlâkın ortaya çıkması için piyasa kurumunun varolması gerekmez. Muhtemelen insanlar henüz ihtiyaç fazlası ürün biriktirip onları mübadeleye girişmeden, yani piyasa bir kurum olarak ortaya çıkmadan önce de neyin iyi neyin kötü davranış olduğuna ilişkin belirli kodlar, yani ahlâk vardı. Ayrıca ahlâkın varolabilmesi için ille de piyasa gibi bir kuruma ihtiyaç yoktur; çünkü ahlâk kuralları iktisadi olsun olmasın bütün insan davranışlarını kapsar; serbest mübadelenin, özel mülkiyetin, rekabetin olmadığı toplumsal ortamlarda da belirli ahlâk kuralları vardır. O halde ahlâkın kaynağı olarak piyasa kurumuna ihtiyaç olup olmadığı başka bir şey, piyasa ile ahlâkın uyumlu kurumlar olup olmadığı başka bir şeydir; ikisini birbirine karıştırmamak gerekir. Bu ikincisine aşağıda değinilmiştir.
2. Piyasanın ahlâk ile arasında bir uyum sorunu yoktur; ahlâk piyasayla uyum içindedir
Temel ahlâki değerlerle piyasa arasında bir uyumsuzluk yoktur. Ahlâkın erdemli birey olmanın gereği saydığı hemen tüm ilkeler piyasanın varlığını sürdürmesi, gelişip serpilmesi ve işlevini yerine getirmesiyle uyum içindedir; hattâ piyasanın bu tür ilkelere ihtiyacı vardır, bunlarsız piyasa sisteminin ayakta kalması zordur..
Ahlâkın öne çıkardığı en temel değerler arasında doğruluk, sadakat, çalışkanlık ve dürüstlük yer alır. Dürüstlük özü sözü bir olmak, ikiyüzlülükten ve üçkağıtçılıktan kaçınmak ve sözüne sadık olmak demektir. Dürüst insanın “sözü senettir.” Dürüst insan karşısındakini aldatmayı düşünmez, borcunu inkar etmez, senedini zamanında ödemeye gayret eder. Bu anlamda dürüstlük piyasanın iyi işleyebilmesini kolaylaştıran muazzam bir pozitif dışsallık sağlar ki, buna aşağıda ayrıca değinilecektir.
Ahlâkın öne çıkardığı çalışkanlık piyasanın üretimin artırılması ve pazarda başkalarının hizmetine sunulmasını mümkün kılan en önemli niteliklerden biridir. Çok üretmek ve çok kazanmak için her şeyden önce çok çalışmak gerekir. Tembel, miskin, çalışmayı sevmeyen, başkalarının sırtından geçinmeyi marifet bilen bireylerin çoğunluğu oluşturduğu ortamlarda verimli bir piyasa da yeşeremez.
Piyasanın, “karşılıklılık,” “denge,” “iyilik et iyilik bul,”… gibi ahlâki ilkelerle uyum içinde olan oldukça güçlü bir mantığı vardır. Karşılıklılık ve iyilik edip iyilik bulma ilkesi gereğince piyasanın bireye verdiği mesaj “birilerinden bir şey alabilmek istiyorsan, sen de onlara bir şey vermek zorundasın,” veya “başkalarında beğendiğin bir şey varsa ve bunu istiyorsan, sen de onların beğeneceği bir şey ortaya koymak durumundasın”dır. Doğası gereği kendi kendine yetmekten aciz olan, bütün ihtiyaçlarını kendisinin karşılaması mümkün olmayan, böyle bir şeye kalkışması hiç de akıllıca olmayan birey, piyasa şartlarında, bir kısım ihtiyaçlarını başkalarının ürettikleriyle giderebilmek için karşılığında onlara bir şeyler vermek zorundadır. Bu, kendi ihtiyacını karşılamak için yararlanılan başkalarına ait emeğin veya nimetin karşılığını ödeme biçimi parasal olabileceği gibi, bizzat çalışarak yahut emek vererek ödemek de olabilir. Son tahlilde yapılan şey, başkasına yük olmamak, başkasının sırtından geçinmemek, başkasından elde edilen şeyin bedelini ödemek, birilerinin ürününden istifade edebilmek için karşılığında kişinin de bir şeyler üretmesidir.
Ekonomi biliminin bir sosyal bilim olması dolayısıyla farklı ideolojilere, farklı bakış açılarına ve farklı ortamlara göre değişen bazı teorik bulguları ve çıkarsamaları olabilir. Ancak sosyal bilim dalları arasında, evrensel geçerliği olan ilkelere ve yasalara ulaşma anlamında “bilim” olma rüştünü en çok kazanmış bir disiplin olarak iktisadın bazı genel geçer yasaları vardır. Bunlardan biri arz-talep yasası olarak bilinen, öteki faktörler aynı kalmak koşuluyla arzı artan bir malın fiyatının düşmesi, talebi artan bir malın ise fiyatının yükselmesi kuralıdır. Kısaca istisnalar dışında mal ve hizmetlerin fiyatları ile arz arasında doğru, talep arasında ters bir ilişki sözkonusudur (Demir ve Acar 1997:24).
İktisadın genel geçer bir başka kuralı “bedava ekmek yoktur,” “her şeyin bir bedeli vardır,” ya da halk arasındaki söyleyişle, “üç kuruşa beş köfte yoktur” kuralıdır. Güneş ve hava gibi herkese yetecek kadar doğada hazır bulunan “serbest mallar” dışında kalan her mal ve hizmet, ancak belirli miktarlarda insan emeği ve öteki üretim faktörleri kullanılarak, bunlara belirli miktarlarda harcama yapılarak üretilebilir. Kısaca üretimin bir bedeli vardır.
Üretilen şey ise ancak başkalarının gözünde bir değer ifade ediyorsa, onların bir gereksinimini gidermeye yarayacaksa pazarda alıcı bulabilir. O halde malının pazarda alıcı bulabilmesini arzu eden, elindeki mal veya hizmeti satarak kendi ihtiyacını karşılamak isteyen her kişi, başkaları için değer ifade eden, onların belirli bir bedel ödemeye razı olacakları şeyleri üretmek zorundadır. Kendi ihtiyacını başkalarının ürettikleriyle karşılamak isteyen, belirli bir bedel ödeyerek mal ve hizmet satınalmak durumundadır. Günümüzde bedel ödeme işi daha çok doğrudan para verme veya kredisini kullanma yoluyla yapılmaktadır. Ödeyeceği para veya kredi gökten yağmayacağına göre onu ilgili kişi bunu bir yerlerden kazanmak zorundadır. Para veya alım gücü kazanmanın, yani gelir elde etmenin yolu ise, onları edinmek için başkalarının bedel ödemeye hazır oldukları bir değer yaratmak, beğeni kazanan mal veya hizmet üretmektir.
Kısaca değer elde etmek isteyen, değer yaratmak zorudadır. Bu da “başkalarından saygı bekleyen onlara saygı göstermelidir,” “başkalarının kendisini dinlemesini isteyen, onları dinlemelidir,” “iyilik bulmak isteyen iyilik yapmalıdır,”... gibi sayısız versiyonuyla, erdemli davranışta karşılıklılığın önemini vurgulayan ahlâk ilkesiyle tamamen uyum içindedir; aynı ilkenin piyasa sistemindeki ifadesidir..
3. Piyasa ahlâkı, ahlâk piyasayı teşvik eder
Piyasada tutunmak, müşteri edinmek, itibar kazanmak ahlâklı olmayı, ahlâkın öne çıkardığı erdemli tutum ve davranışlara sahip olmayı gerektirir. Bu konuda popüler kültürün öne çıkardığı, piyasada üçkağıtçıların ancak tutunabildiği, dürüst girişimcilerin iflâsa mahkûm olduğu yolundaki görüşün doğruluğundan kuşkulanmamız için bir çok neden vardır. Daha ileri giderek şu bile söylenebilir: Birileri üçkağıtçı olduğu, müşteriyi kalitesiz mal ve yüksek fiyatla kandırabildiği halde hâlâ piyasada tutunabiliyorsa, orada piyasanın varlığından kuşkulanmak, piyasa adı altında aslında bir avanta ekonomisinin, bir rant mekanizmasının varlığından şüphelenmek gerekir. Piyasanın aradığı insan ahlâklı insandır.
Her şeyden önce insanlar rasyonel, akıllı, menfaatini bilen ve çoğu kez kendi menfaatini gözeterek iş yapan yaratıklardır. Kendi menfaatini gözeterek iş yapma, veya kişisel menfaat peşinde koşma klasik iktisatçılar ve klasik liberal öğretiyi benimseyenler dışında kalanların pek itiraf edemediği, hattâ açıkça karşı çıktığı bir şey olsa da, evrensel bir düsturdur. Başkalarına iyilik ederken bile gözettiğimiz bir düsturdur bu. “Kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez” atasözünün ima ettiği gerçek de esasen aynı şeydir. En karşılıksız iyilik ettiğini düşünen dindar insanların, abid-zahid dervişlerin bile son tahlilde gözettiği bir şey mutlaka vardır: Allah rızası gibi, öbür dünyada Cennet’e gitme umudu ve beklentisi gibi. O halde ister öbür dünyaya isterse bu dünyaya yönelik olsun, karşılığı ister maddi isterse manevi olsun; insanları bir şey yapmaya teşvik eden, eylemde bulunmaya yönelten, harekete geçiren temel motivasyon kaynağının kişisel menfaat olduğu söylenebilir. Konumuz bağlamında önce olaya tüketici açısından bakalım.
Bir müşteri olarak hiç bir aklı başında insan aynı firmadan iki defa kazıklanmak istemez. Belki bir defalığına bilmeyerek aldatılması sözkonusu olabilir. Ancak alternatif mallar ve firmalar olduğu sürece gerçeği derhal farkedecek, kendisine yeni bir arzedici, yeni bir üretici veya mal temin edici arayacaktır. Alternatifi varken bilerek aynı firmadan iki defa kazıklanmak ancak aşırı duygusallığın kişinin gözünü kör etmesiyle, veya akli melekelerinin düzgün işlememesiyle açıklanabilir.
Üretici açısından da durum aynıdır. Bir üretici firma mal verdiği başka bir firmanın, tedarikçinin veya dağıtımcının bir kez üçkağıdına şahit olduktan sonra, tekrar gidip aynı firma tarafından aldatılmak istemesinin hiç bir mantığı yoktur. Borcuna sadık olmayan, müşterileri nezdindeki güvenilirliğine halel getirecek hareketlerini gördüğü firmalara karşı derhal tavrını koyacak, onlarla çalışmaktan vazgeçip başka firmalar arayacaktır. Başka bir deyişle piyasada ahlâklı davranmak prim yapar, itibar kazandırır. Yüksek itibar ise çoğu kez kârlılık ve yüksek maddi imkânlar olarak geri döner. Güvenilir olan, daha kaliteliyi daha ucuza satan, müşterinin ihtiyaçlarını göz önünde tutarak faaliyet gösteren bir firmanın daha çok müşterisi, daha yüksek hasılatı ve daha fazla kârı olacaktır.
Bütün bu mekanizma ancak; piyasanın olmadığı, yani ya özel mülkiyet kurumunun varlığı ve mülkiyet haklarının korunmasında, ya serbest ticaret yapma imkanlarında, ya rekabet şartlarında ya da bunların hepsinde birden ciddi sorunların yaşandığı ortamlarda çökebilir. Olsa olsa piyasaya giriş-çıkışın engellendiği; rekabet yerine tekelciliğin, serbest ticaret yerine de korumacılığın yapıldığı; yüksek gümrük duvarları arkasında belirli firmaların dış rekabet baskısı hissetmeden kalitesiz malı pahalıya satmalarına imkân verildiği ortamlarda aldatılmak, “kazıklanmak,” ödediği paranın karşılığını alamamak sözkonusu olabilir. Normal şartlarda, rekabetin dizginlediği ve hukuk devleti çerçevesinde herkesin yararlanmasına açık soyut kuralların hükmettiği piyasada birilerinin kalkıp uzun süre müşterilerini kazıklaması mümkün olamaz. Serbest piyasa mekanizmasının işlediği ortamda firmalar, fabrikalar veya işletmeler borçlarına sadık kalmadıkları, kaliteli mal üretmedikleri, kaynaklarını etkin kullanmadıkları ve müşterilerini tatmin etmedikleri halde piyasada kalamazlar, büyüyüp serpilemezler.
Bunun yanısıra, piyasa ahlâkı teşvik eder. Ancak bireysel sorumluluk ve özgürlüğün bulunduğu bir piyasa ortamında bireyin kararlarının ahlâki değerinden sözedilebilir. Gerçek ahlâk ve ahlâklı davranış ancak özgürlükçü ortamlarda yeşerebilir. Bireylerin zorla “ahlâklı” davranmaya itildiği, eylemleri ve etkinliklerinin planlandığı, kendilerine ait kararlar vermelerine fırsat verilmediği bir ortamda kimin erdemli kimin erdemsiz olduğunun ayırt edilmesi mümkün değildir. Bu gerçeği Hayek Kölelik Yolu adlı önemli eserinde son derece çarpıcı biçimde dile getirmektedir:
...Ne var ki bu kuşak* aynı zamanda, ahlâk denilen kavramın aslında bireysel bir temele dayandığını ve bireyin ancak özgür bırakıldığında, kendi çıkarı kadar, gerektiğinde içinde yaşadığı toplumun çıkarı için de kişisel özverilere hazır olması gereğine dayanan bir ahlâk düsturunu unutma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Kişisel sorumluluk dünyasının dışında iyiliği ve kötülüğü ayırt etmek zordur. Bireyin erdemi ancak, ona uğruna kişisel arzularından vazgeçebilmeyi göze alabileceği doğrunun ne olduğunu şahsen değerlendirme fırsatı verildiğinde tartışılabilir. Başka bir anlatımla, insanlara ancak, kendi şahsi çıkarlarına ilişkin sorumluluklar yüklenme ve gereğinde onları feda etme özgürlüğü tanındığı takdirde, kararlarının ahlâki değerinden sözedilebilir. Görüldüğü gibi ahlâk kavramı temelde bireysel özgürlük ve sorumluluk sorunundan koparılamaz. İnsanlara özgürce tercih hakkı tanınmadığı zamanlarda, başkalarının aleyhine, onları toplumcu diye niteleyemeyeceğimiz gibi, toplumculuğun erdemini de tartamayız. Her konuda iyilik yapmaya zorlanmış bir toplumun üyelerinin övülecek bir tarafı yoktur. Milton’un dediği gibi, yeterince gelişmiş bir insanın, iyi ve kötü yönleri dayatılan zorunlu reçetelerin baskısı altında gizlendiği sürece, neye erdemli, doğru ve haklı diyebiliriz ki? ... Üstlerine değil, kendi vicdanına karşı sorumluluk, zoraki olmayan görev bilinci, bireyin değer verdiği şeylerden hangilerinin başkaları adına feda edileceğine karar verme zorunluluğu ve şahsen verilen kararın sonuçlarına katlanmak, ahlâk adını taşımaya lâyık bir kavramın temel nitelikleridir. (Hayek, 1999:266-67)
4. Piyasa ahlâkın olumlu dışsallığından yararlanır
Piyasanın etkin işleyebilmesi ve piyasa başarısızlığının önüne geçilebilmesi için son derece önemli koşullardan biri “işlem maliyetlerinin düşüklüğü”dür. İşlem maliyetlerinin düşük olmasının piyasa başarısızlığını ortadan kaldırma konusundaki önemini vurgulayan makale iktisat literatüründe kendisine en fazla atıf yapılan makale ünvanını taşımaktadır. İşlem maliyetleri konusu aynı zamanda piyasa ve ahlâk ilişkilerinde kilit rol oynayan hususlardan biridir.
Ahlâkın ve ahlâklı bireylerin varlığı işlem maliyetlerini azaltmak suretiyle piyasaya olumlu bir dışsallık sağlar. Dürüstlük yerine üçkağıtçılığın şiar edinildiği, sözün senet olmadığı, alıcı ve satıcıların birbirine güvenmediği bir toplumda işlem maliyetleri son derece yüksektir. Bireylerin borcuna sadık olmadığı böyle bir piyasada, senetlerin tahsili bankalara ve hatta duruma göre çek-senet mafyasına havale edilmek durumundadır. Bankalara senedin tahsil için verilmesi tahsil garantisi de sağlamaz. Bireyler ahlâki ilkelere yan çizdikleri oranda borçlarına sadık olmayacaklar, sonuçta borçların tahsili aylar veya yıllar süren, mahkemelerin araya girdiği, mahekemelerin altından kalkamaması veya onlardan ümit kesilmesi halinde eli silahlı tetikçilerin devreye girdiği uzun, zahmetli ve çok maliyetli bir süreç olacaktır. Buna karşılık dürüst, ahlâklı, borcuna sadık, sözü senet olan bireylerin etkinlikte bulunduğu bir piyasada işler çok daha sorunsuz, daha kısa sürede, dolayısıyla çok daha düşük maliyetle halledilebilecektir. Neresinden bakılırsa bakılsın ahlâkın piyasaya son derece olumlu bir dışsallık sağladığı açıktır. Ahlâkın sağladığı pozitif dışsallıklar piyasa sürecini etkinleştirir, hızlandırır ve daha işlevsel hale getirir. Bu sayede tasarruf edilen zaman, para ve enerjinin üretime ve yatırımlara yönlendirilmesi, kaynakların daha etkin kullanılması mümkün olur.
5. İşadamının para kazanma ve kâr etme güdüsüyle hareket etmesi ahlâksızlık değildir
Gerek dünyada, gerekse Türkiye’deki popüler kültürde, işadamlarının kazanç peşinde koşmalarının meşru bir amaç olmadığı anlayışı egemendir. Çıkarı peşinde koşmak, para kazanmak için çalışmak, pozitif bir moral değer değildir. Bu yüzden iş adamları faaliyetlerindeki temel amaçlarının para kazanmak, servetlerini artırmak olduğunu söylemekten şiddetle kaçınmaktadırlar. Dolayısıyla tüm işadamları ve girişimciler kâr peşinde koşmalarına toplum tarafından kabul gören meşru bir neden bulma ihtiyacındadırlar. Bunun için kazanç sağlamak yerine toplumsal ortak amaçlara göndermede bulunmak oldukça sık başvurulan bir yöntemdir. Kendi çıkarını gözeterek çalışan kişinin vatana-millete yarar sağlamasının pek mümkün olmadığı anlayışı egemen olduğu için işadamları her fırsatta “vatana-millete hizmet için” çalıştıklarını vurgulama ihtiyacı duymaktadırlar. Ayrıca, toplum yararına vakıf veya dernekler kurarak, ekonomik faaliyetlerini sosyal yararı yüksek bu tür kuruluşları desteklemek için bir araç olarak gördüklerini ifade etmek de diğer bir yaygın meşruiyet sağlama biçimidir. Böyle yapmak suretiyle bir işadamı hem toplumun ortak amaçlar için çalışan saygın bir üyesi olmakta, hem de para kazanmaktadır. Bu meşruiyet ihtiyacı dindar-muhafazakar burjuvazi için, muhtemelen, daha çok geçerlidir.
Oysa Roberts’ın (2001) da isabetle vurguladığı gibi, iş hayatında başarı bir erdemdir. İş hayatında başarılı olmak, yukarıda değindiğimiz korumacı-kayırmacı-avanta sağlamacı yollardan olmadığı sürece, alkışlanması gereken bir davranıştır. Para kazanmak bizatihi ahlâki veya gayri ahlâki sayılamaz. Ahlâki veya gayri ahlâki olan paranın veya servetin kazanılma ve harcanma biçimidir. Dürüst bir şekilde çalışarak, başkalarının hakkına tecavüz etmeden, rakiplerini yasa dışı yollara başvurarak piyasa dışına itmeden, devletin veya bir başka otoritenin sunacağı avantalara tenezzül etmeden, daha kaliteli malı daha ucuza üretmeye, bu suretle daha çok müşteri kazanıp daha çok hasılat elde etmeye dayalı bir para kazanma faaliyetine hiç bir ahlâk sisteminin itirazı olamaz. Yine kazanılan paranın yeniden yatırıma aktarılması, birtakım sanatsal, kültürel veya hayır amaçlı faaliyetlerin finansmanı için kullanılmasının erdemli davranışla hiç bir uyumsuzluğu olmadığı gibi, tam tersine böyle bir hareket gayet erdemli bir davranış olarak övgüye değerdir. Kaldı ki hemen bütün ahlâk sistemlerinin övdüğü cömertlik, paylaşma, toplum yararına harcama, yoksulları görüp gözetme gibi erdemli davranışlar ancak zenginliğin yaratılmasıyla, çalışıp para kazanılmasıyla mümkündür. Zenginliğin dağıtılabilmesi için onun önce ortaya konması gerekir. Parası ya da dağıtacak serveti olmayan insanın cömert davranması, yoksulları görüp gözetmesi de mümkün değildir.
Dolayısıyla cömertliği ve paylaşmayı öven dini-ahlâki düsturlarla popüler kültürümüzdeki para kazanmaya kötü gözle bakan, işadamlığını ve zenginliği üçkağıtçılıkla özdeşleştiren anlayışı bağdaştırmak mümkün değildir. İnsanımızdaki bu anlayışın belki tarihsel-kültürel bazı kökenleri vardır. Ancak “serbest piyasa” adı altında uzun yıllardır Türkiye'de sürdürülen planlamacı, korumacı, avanta dağıtmaya ve rant kollamaya dayalı piyasa-karşıtı iktisat politikalarının da katkısıyla ülkemizde hazıra konmuş, rekabetin olmadığı ortamda devlet eliyle semirmiş bir zenginler grubu yaratmış olmasının doğurduğu tepkinin de bu anlayışın yerleşmesindeki rolünü ihmal etmemek gerekir.
Piyasa, c. 1, n. 4 (Güz 2002), ss. 11-18.
Kaynaklar:
Aktaş, Mehmet (2000), “Sosyal Maliyet Sorunu,” içinde Demir, Ö. (der.) Devlet, Rekabet, Mülkiyet ve İktisat, ss. 101-174, Adapazarı: Değişim Yayınları.
Buğra, Ayşe (1997) Devlet ve İşadamları (çev. Fikret Adaman) İstanbul: İletişim Yayınları.
Coase, Ronald H. (1960) “The Problem of Social Cost,” Journal of Law and Economics, October 1960: 1-44.
Demir Ömer, Mustafa Acar ve Metin Toprak (2004) “Anatolian Tigers or Islamic Capital: Prospects and Challenges,” Middle Eastern Studies, Vol. 40, No. 6, (November 2004), pp. 166-188.
Demir Ömer ve Mustafa Acar (1997), Sosyal Bilimler Sözlüğü, Ankara: Vadi Yayınları.
Hayek, Friedrich A. (1999) Kölelik Yolu, (Çev. Turhan Feyzioğlu ve Yıldıray Arsan), Ankara: Liberte Yayınları.
Roberts, Russell (2001), The Invisible Heart: An Economic Romance, Cambridge, Massachusetts: The MIT Press.
Rowley, Charles (2002) Özgürlük ve Devlet, (Çev. İbrahim Dalmış), Ankara: Liberte Yayınları.