Kapitalizmin Sosyal Mahiyeti ve Yerilmesinin Psikolojik Saikleri
1. Egemen Tüketici
Modern kapitalizmin ayırt edici özelliği, kitleler tarafından tüketilmesi için tahsis edilmiş malların seri imalâtıdır. Netice; ortalama hayat standardındaki sürekli iyileşme, pek çok insanın artan ölçüde zenginleşmesi istikametindeki eğilimdir. Kapitalizm, “sıradan insan”ı proletaryalıktan kurtarıp bir “burjuva” seviyesine yükseltir. Kapitalist bir toplumuna ait piyasadaki sıradan insan, egemen tüketicidir; öyle ki, onun bir mal veya hizmeti satın alması veya bir mal veya hizmeti satın almaktan vazgeçmesi, nihaî olarak neyin, ne kadar ve hangi kalitede üretilmesi gerektiğini belirler. Sırf veya büyük ölçüde zengin vatandaşların zarif lüks mal talepleri için hizmet sunan dükkanlar ve fabrikalar, piyasa ekonomisinin iktisadî düzenlemesinde sadece tali bir rol oynar. Bunlar, büyük iş/işletme ölçeğine hiçbir zaman ulaşamaz. Büyük işletmeler, her zaman –doğrudan ya da dolaylı olarak- kitlelere hizmet sunar. Bu, kitlelerin yükselişidir; öyle ki, sanayi devriminin beraberinde etirmiş olduğu radikal sosyal değişim buna dayanır. Tarihin daha önceki çağlarında köle ve serf sürüleri ile yoksul ve dilenci sürülerini oluşturmuş bu alt tabakadan insanlar, kapitalizm sayesinde, lûtfuna mazhar olmak için iş adamlarının oy dilendikleri, satın alan halk hâline gelmiştir. Onlar; “her zaman haklı” olan tüketicilerdir, fakir tedarikçileri zengin, zengin tedarikçileri fakir yapma gücüne sahip patronlardır. Derebeylik zamanındaki -yarı hür yarı köle- köylüler ekmek kırıntılarıyla geçinmeye çalışırlarken; hükûmetler ve siyasetçilerin ıslâhat plânları tarafından sabote edilmemiş bir piyasa ekonomisinde, halkı itaat etmeye mecbur kılan, haraç ve vergi (mükellefiyet) toplayan ve gösterişli bir şekilde ziyafet çeken asilzadeler ile köy eşrafından kimseler yoktur. Kâr sistemi, insanların isteklerini muhtemel en iyi ve en ucuz yolla karşılama konusunda başarılı olan insanları zengin yapar. Servet, sadede tüketicilere hizmet ederek elde edilir. Kapitalistler; halkın taleplerini en iyi tatmin ettikleri alanlara yatırım yapma konusunda başarılı oldukları takdirde, paralarını kaybederler. Her kuruşun bir oy hakkı verdiği, her gün tekrar eden plebisitte tüketiciler; fabrikalara, mağazalara ve çiftliklere kimin sahip olması ve onları kimin işletmesi/çalıştırması gerektiğini belirlerler. Üretimin maddî araçlarının denetimi/kontrolü, egemen tüketicilerin onayına ve müsaadesine tâbi sosyal bir işlevdir. Bu, modern hürriyet kavramından anlaşılan şeydir. Her yetişkin, kendi hayatını kendi plânlarına göre şekillendirmede hürdür. O; biricik plânını polisle, yani zorlama ve güç kullanmanın sosyal aracıyla, hayata geçiren bir plânlama otoritesinin direktiflerine göre yaşamaya zorlanmamaktadır. Bireyin hürriyetini sınırlandıran şey; başka insanların uyguladığı şiddet veya şiddet tehdidi değildir; aksine, bünyesinin psikolojik yapısı ile üretim faktörlerinin tabiî kıtlığıdır. İnsanın kendi kaderini belirlemesinin, hiçbir zaman, tabiat kanunları olarak adlandırılan şey tarafından çizilen sınırlara tecavüz demeyeceği aşikârdır.
Bu gerçekleri ortaya koymak; herhangi bir mutlak standart veya metafizik tasavvurla ilgili bir bakış açısından hareketle, birey hürriyetinin gerekçelendirilmesi anlamına gelmez; ister “sağ”, ister “sol” olsun, totaliterlik taraftarlarının revaçtaki öğretileri hakkında herhangi bir yargı ifade etmez. Bu, söz konusu öğretilerin, kitlelerin, “gerçek” ihtiyaçlarını en iyi şekilde tatmin edecek şeyi bilmek için çok aptal ve cahil oldukları ve kendilerini incitmesinler diye bir gardiyana, yani bir hükûmete ihtiyaç duydukları şeklindeki iddialarıyla ilgili değildir. Bu gerçekleri ortaya koymak; bu türden gardiyanlık görevi için mevcut “süper” insanların varolduğu şeklindeki ifadelerin tetkiki de değildir.
2. İktisadî Gelişme Hasreti/İştiyakı
Kapitalist bir sistemde, sıradan insanlar, geçmiş çağlarda bilinmeyen ve, bu yüzden, en zengin insanlar için bile ulaşılmaz olan kamusal hizmetlerin keyfini çıkarmaktadır. Ama bu motorlu araçlar, televizyon setleri ve buzdolapları, elbette, bir insanı mutlu etmek için yeterli değildir. İnsan, hayatını kolaylaştıracak araç ve/veya hizmetlere ulaştığı vakit, kendisini, öncesine göre, daha fazla mutlu hissedebilir. Ama isteklerin bir kısmı tatmin edilir edilmez, yeni ihtiyaçlar ortaya çıkar. Bu, insan tabiatıdır. Çok az Amerikalı, ülkesinin en yüksek hayat standardının keyfini çıkardığı ve ortalama Amerikalının hayat biçiminin kapitalist olmayan ülkelerdeki insanların büyük çoğunluğu için harikulâde ve ulaşılmaz bir şey gibi göründüğü gerçeğinin bütünüyle farkındadır. Pek çok insan, sahip olduğu ve elde edebileceği şeyleri küçümsemekte ve diğer insanlar [kapitalist olmayan ülkelerdeki insanların büyük çoğunluğu] için ulaşılmaz bu şeyleri şiddetle arzulamaktadır. Çok ama çok daha fazla mal elde etmeye yönelik bu doymak bilmez arzu için ağlayıp inlemek nafile olacaktır. Bu istek/iştiyak, kesinlikle, insanları iktisadî gelişmeye giden yola sevk eden bir dürtüdür. Zaten daha yeni sahip olduğu veya kolayca elde edebileceği şeyle kendisini tatmin etmek ve maddî şartlarını iyileştirmeye yönelik herhangi bir çabadan duygusuzca/ miskin miskin sakınmak, bir fazilet değildir. Böyle bir tutum, makûl insan davranışından ziyade, hayvanî bir davranıştır. İnsanın en önemli ayırt edici yanı, amaçlı etkinlikle refahını artırmaya yönelik çabaları hiçbir zaman durdurmamasıdır. Mamafih, bu çabalar, amaç için uygun hâle getirilmelidir. Yani, amaçladıkları neticeleri beraberinde getirmesi için uygun olmalıdır. Çağdaşlarımızın pek çoğunun nezdinde yanlış olan şey; onların, çeşitli malların arzı için tutkulu bir şekilde özlem duyuyor olmaları değil, bu amacın elde edilmesi için uygun olmayan aracı seçmeleridir. Bu kimseler, sahte ideolojiler tarafından yanlış yönlendirilmektedir. Tam olarak üzerinde uzlaşma sağlanmış hayatî menfaatlerine karşı/zıt politikaları kollarlar. Davranışlarının uzun vâdeli kaçınılmaz neticelerini görmek için çok aptal olduklarından, davranışlarının gelip geçici kısa vâdeli tesirlerinin tadını çıkarırlar. Nihaî olarak genel fakirleşmeye, işbölümü ilkesinin bir gereği olan sosyal işbirliğinin parçalanmasına ve barbarlığa geri dönüşe sebep olmaya meyilli önlemlere kendilerini adarlar.
İnsanlığın maddî şartlarını iyileştirmenin tek bir yolu vardır: Nüfustaki artışın zıddına olarak, biriktirilmiş sermayenin büyümesini hızlandırmak. İşçi başına yatırım yapılmış sermayenin miktarı ne kadar büyükse, o kadar fazla ve o kadar güzel mallar üretilebilir ve tüketilebilir. Kapitalizmin, yani çok fazla suistimal edilen/edilmiş kâr sisteminin, beraberinde getirmiş olduğu ve her gün yeniden beraberinde getirdiği şey budur. Yine de, günümüzdeki pek çok hükûmet ile siyasî parti, bu sistemi tahrip etmek için can atmaktadır. Bu kimseler, niçin kapitalizmden bütünüyle nefret etmektedirler? Kapitalizmin onlara bahşettiği refahın keyfini çıkarırken, geçmişin “eski güzel günleri”ne ve günümüzün Rus işçisinin sefil şartlarına niçin özlem dolu gözlerle bakarlar?
3. Statü Toplumu ve Kapitalizm
Bu soruyu cevaplandırmadan önce, bir statü toplumunun ayırt edici özelliğinin aksine olarak, kapitalizmin ayırt edici özelliğini daha açık bir şekilde ortaya koymak zorunludur. Piyasa ekonomisinin müteşebbisleri ile kapitalistlerini bir statü toplumunun aristokratlarına benzetmek, hayli alışılmış bir yoldur. Karşılaştırmanın esası, hemcinslerinin kalanının göreli olarak sıkıntılı şartlarının zıddına olarak, her iki grubun göreli zenginliğidir. Mamafih, bu teşbihe başvuran bir kimse, aristokrat zenginler ile “burjuva” veya kapitalist zenginler arasındaki esaslı farklılığı anlamakta güçlük çekmektedir.
Bir aristokratın zenginliği; bir piyasa olgusu değildir, tüketicilere tedarikçilik yapmaktan elde edilmez ve halk tarafından (gerçekleştirilen) herhangi bir eylemle geri alınamaz ve hatta etkilenemez. Onun zenginliği; bir fetihten veya bir fâtih tarafından yapılan bağıştan elde edilir, bahşiş sahibi tarafından geri alınmasıyla veya başka bir fâtih tarafından şiddetle geri alma yoluyla sona erebilir ya da israf yüzünden har vurup harman savrulabilir. Feodal derebeyi, tüketicilere hizmet sunmaz ve halkın hoşnutsuzluğundan bağışıktır. Müteşebbisler ve kapitalistler, servetlerini, işlerini koruyup kollayan insanlara borçludurlar. Başka insanlar tüketicilere daha iyi ve daha ucuz bir şekilde hizmet sunmada onların yerini alır almaz, zengin müteşebbisimiz, kaçınılmaz olarak, servetlerini kaybederler. Kast ve statüyle ilgili kurumlar ile farklı sınıflara, haklara, taleplere ve hukukî olarak kutsallaştırılmış ayrıcalıklara veya kifayetsizliklere sahip kalıtsal gruplar içinde insanların alt bölümlere ayrılmasına ilişkin kurumları beraberinde getirmiş olan tarihî şartları betimlemek, bu denemenin amacı değildir. Bizim için oldukça önemli olan tek şey, bu feodal kurumların muhafaza edilmesinin kapitalist sistemle bağdaşmaz olduğu gerçeğidir. Zira, bu kurumların ortadan kaldırılması ve kanun önünde eşitlik ilkesinin yerleştirilmesi; üretim vasıtalarının ve özel girişimin özel sahipliğe dayalı sistemin mümkün kıldığı bütün bu faydaların keyfinden insanoğlunu uzaklaştıran engelleri ortadan kaldırmıştır.
Sınıf, statü veya kasta dayalı bir toplumda bireylerin konumu sabittir. O, belirli bir konumun içinde doğar. Onun toplumdaki konumu; sınıfının her bir üyesine belirli ayrıcalıklar ile yükümlülükler ya da belirli kifayetsizlikler atfeden kanunlar gelenekler tarafından sıkıca belirlenir. Çok istisnaî olarak, iyi veya kötü bir tesadüf, bir kişiyi daha yüksek bir sınıfa yükseltir veya daha düşük bir sınıfa indirir. Ama, bir kural olarak, belirli bir düzen ya da sınıfın münferit üyelerinin şartları, sadece bütün üyeliğin şartlarındaki bir değişiklikle birlikte iyileşebilir veya kötüleşebilir. Birey, esas itibariyle, bir milletin azası, bir sınıfın/tabakanın (Stand, état) azasıdır ve sadece bu şekilde, dolaylı olarak, milletinin bünyesine dahil edilmektedir. Başka bir sınıfa mensup bir vatandaşla karşılaştığında herhangi bir topluluk duygusu hissetmez. Sadece, kendisini diğer statüsünden ayırt eden uçurumu düşünür. Bu farklılık, dilin kullanımına da yansımıştır. Eski rejim (ancien régime) altında Avrupalı aristokratlar, tercihen Fransızca konuşurlardı. Kentli nüfusun daha düşük tabakaları ile çiftçiler; yerel diyalektlere, özel dillere [belirli bir mesleğe/gruba, vb. özgü dil veya kelimelere, ç.n.], eğitimli insanlar için genellikle anlaşılmaz olan argolara sıkıca sarılıyor olmalarına rağmen, üçüncü sınıf/tabaka, yerli dili kullanıyordu. Çeşitli tabakalar farklı şekillerde elbise giyiyordu. Hiç kimse, herhangi bir yerde gördüğü yabancı bir kimsenin [sosyal] tabakasını ayırt etmede güçlük çekmezdi. Eski altın günlerin methiyecileri tarafından hukuk önünde eşitlik ilkesine karşı yöneltilmiş en önemli eleştiri, bu ilkenin [sosyal] tabaka ve asaletin ayrıcalıklarını ortadan kaldırmış olmasıdır. Bu ilke, der onlar, toplumu “atomize etmiştir”, onun “amorf” kitleler içindeki “organik” alt bölümle(mele)rini çözmüştür. Şimdilerde “haddinden fazla insan” hâkimdir ve onların eli sıkı materyalizmi, geçmiş çağların asil standartlarını silmiş süpürmüştür. Para kraldır. Yetenekli ve değerli insanlar eli boş dönerken; pek çok işe yaramaz insan, zenginliğin ve bolluğun keyfini çıkarmaktadır. Bu eleştiri; zımnen, eski rejim altında aristokratların, erdemleriyle (diğer insanlardan) ayrıldığını, statüleri ile gelirlerini ahlâkî ve kültürel üstünlüklerine borçlu olduklarını ima eder.
Bu hikâyenin iç yüzünü açıklamak neredeyse gereksizdir. Tarihçi; belli başlı Avrupa ülkelerindeki yüksek aristokratların, 16. ve 17. yüzyılların dinî ve anayasal mücadeleler esnasında zekî hamlelerle iktidarda kalmayı başarmış partinin yanında yer alan askerlerin, saraylıların ve kibar fahişelerin vârisleri olduklarını vurgulayarak, herhangi bir değer yargısı belirtmeksizin, bizlere yardımcı olamaz.
Kapitalizmin muhafazakâr ve “ilerlemeci” düşmanları; eski standartların bir değerlendirmeye tâbi tutulması yönünden birbiriyle uzlaşamasalar da, kapitalist toplumun standartlarını mahkûm etme konusunda tamamıyla hemfikirdirler. Onların anlayışına göre, servet ve prestij elde eden hemcinsleri, bunları gerçekten hak eden insanlar değil, önemsiz ve kıymetsiz insanlardır. Her iki grup da, “laissez-faire” kapitalizminde hâkim olan âşikâr bir biçimde adâletsiz yöntemlerin yerine, dağıtım”ın daha âdil yöntemlerini ikame etmeyi amaçlar gibi görünürler.
Şimdi hiç kimse, müdahale edilmemiş kapitalist bir sistemde en başarılı olanların, ebedî değer ölçülerine ilişkin bir bakış açısından hareketle, tercih edilmesi gerektiğini asla iddia etmez. Piyasanın kapitalist demokrasisinin beraberinde getirdiği şey, insanları “gerçek” yeteneklerine, fıtrî kıymetleri ile manevî üstünlüklerine göre değerlendirmek değildir. Bir insanı az veya çok zengin yapan şey, herhangi bir “mutlak” adâlet ilkesinden hareketle, onun katkısının bir değerlendirmeye tâbi tutulması değil, aksine, hemcinsleri tarafından, münhasıran kendi kişisel isteklerinin, arzularının ve amaçlarının kıstası yapılan bir değerlendirmedir. Demokratik piyasa sistemi denen şey tam da budur. Tüketiciler hâkimdir –yani egemendir-. Onlar tatmin edilmeyi isterler.
Milyonlarca insan, dünyaca ünlü Pinkapinka Şirketi tarafından hazırlanan, Pinkapinka içmekten hoşlanır. Milyonlar, dedektif hikâyelerinden, gizemli resimlerden, küçük (tabloid) gazetelerden, boğa güreşlerinden, kavgadan, boks yapmadan, viskiden, sigaradan ve sakız çiğnemekten hoşlanır. Milyonlar, silâhlanmaya ve savaş çıkarmaya istekli hükûmetlere oy verir. Bunun içindir ki, bu isteklerin hepsini en iyi ve en ucuz şekilde tedarik eden müteşebbisler, zengin olmada başarılı olurlar. Piyasa ekonomisi çerçevesinde dikkate alınan şey, akademik değer yargıları değil, satın alarak veya satın almaktan vazgeçerek insanlar tarafından gerçek anlamda dışa yansıtılan değerlendirmelerdir.
Piyasa sisteminin adâletsizliği hakkında şikâyet ederek homurdanan kimseler için verilebilecek öğütlerden birisi şudur: Eğer servet elde etmek istiyorsanız, o hâlde insanlara daha ucuz veya daha fazla sevdikleri şeyleri teklif ederek, onları tatmin etmeye gayret gösteriniz! Başka içkiyle karıştırarak Pinkapinka’yı piyasadan silip süpürmeye çalışınız! Kanun önünde eşitlik ilkesi sana, milyonerlere meydan okuma gücü bahşetmiştir. Eğer çikolata krallığına, sinema yıldızına ve boks şampiyonuna üstün gelemezseniz, -hükûmet tarafından dayatılan sınırlandırmalar tarafından sabote edilmemiş bir piyasada- bu başarısızlık, münhasıran/sadece sizin hatanızdır. Ama, elbise ticaretine veya profesyonel boksa girişerek elde edebileceğiniz zenginlikleri, şiir yazmaktan veya felsefeden elde edebileceğiniz tatmine tercih ediyorsanız, bunları yapmakta hürsünüz. O zaman, tabiî ki, çoğunluğa hizmet edenler kadar fazla para elde edemeyeceksiniz. Zira, bu, piyasanın iktisadî demokrasisinin kanunudur. Daha az sayıda insanın isteklerini tatmin edenler, -çok daha fazla insanın isteklerini tatmin edenlerle karşılaştırıldığında- sadece çok az sayıda oy elde ederler. Sıra para kazanmaya geldiğinde, bir sinema yıldızı dâhi bir felsefeciyi alt edebilir; Pinkapinka imalâtçıları, senfonilerin bestecisini geçebilir. Bu, toplumun dağıttığı ödüller için yarışma fırsatının sosyal bir kurum olduğunu anlamak için önemlidir. Bu kurum, tabiatın pek çok insana karşı uygulamış olduğu ayrımcılığın neticeleri ile doğuştan gelen handikapları ortadan kaldıramaz veya azaltamaz; çok sayıda insanın hasta doğmuş olmasını veya hayatının daha sonradaki yıllarında özürlü hâle gelmesini değiştiremez. Bir insanın biyolojik unsurları, onun hizmet sunabileceği alanı sıkı bir şekilde sınırlandırmaktadır.
Fikirleri üzerinde düşünme kabiliyetine sahip insanlardan müteşekkil sınıf, bunu yapamayanlardan müteşekkil sınıftan aşılması mümkün olmayan bir uçurumla ayrılmaktadır.
4. Hayâl Kırıklığına Uğramış Arzuya Dair Gücenme
Şimdi, insanların kapitalizmden niçin nefret ettiklerini anlamaya çalışabiliriz.
Kast ve statüye dayalı bir toplumda birey, makûs talihini kendi kontrolünün dışındaki şartlara izafe edebilir. O, bir köledir, zira olan her şeyi belirleyen insanüstü güçler, onu bu mevkie yerleştirmişti(r). Bu onun işi değildir ve âcizliğinden dolayı usanması için hiçbir sebep yoktur. Eşi, onun mevkiinde bir kusur bulamaz. Eğer eşi ona, “sen neden bir dük değilsin? Eğer bir dük olsaydın, ben de bir düşes olurdum” şeklinde bir şey söyleseydi, o da, “Eğer bir dükün oğlu olarak doğmuş olsaydım, seninle, yani bir köleyle değil, başka bir dükün kızıyla evlenmiş olurdum. Bir düşes olmaman, sırf senin suçun değil; ebeveynlerinin seçiminde niçin daha zeki olmadın?” şeklinde bir cevap verirdi. Bu mesele, kapitalist sistemde oldukça başka bir şekil alır. Bu sistemde herkesin hayatta bulunduğu yer, kendi yaptıklarına bağlıdır. Arzuları tamamen tatmin edilmemiş herkes pekâlâ bilir ki, şansları kaçırmıştır ve akranları tarafından geride bırakılmıştır. Eğer onun eşi onu, “Niçin haftada sadece sekiz dolar kazanıyorsun? Eğer arkadaşın Paul kadar zeki olsaydın, bir ustabaşı olurdun ve ben daha iyi bir hayatın tadını çıkarırdım” şeklinde azarlarsa; o, kendi [değerce] düşüklüğünün/ alçaklığının farkına varır ve kendisini mahcup hisseder.
Kapitalizmin müsamahasızlığı hakkında konuşulanların pek çoğu, şu hakikati içermektedir: Kapitalizm, herkesi hemcinslerinin refahına yaptıkları katkıya göre el üstünde tutmaktadır. Bu ilkenin -yani herkese başarılarına göre ilkesinin tesiri/ etkisi, şahsî kusurlar için herhangi bir mazereti mazur görmez. Herkes pekâlâ bilir ki, kendisi gibi insanlar vardır, öyle ki, bu insanlar, onun başarısız olduğu yerlerde başarılı olmuştur. Herkes bilir ki, onun kıskandığı kimselerin pek çoğu bizzat onun başladığı noktadan başlamış, kendini yetiştirmiştir. Ve daha da kötüsü, o bilir ki, bütün diğer insanlar da bunu bilir. O, eşinin ve çocuklarının gözünde, “Sen niçin daha zekîce davranmadın?” şeklindeki gizli serzenişi okur. O, insanların kendisinden daha başarılı olmuş kimselere hayran kaldıklarını, onun başarısızlığına tepeden veya merhametle baktıklarını görür/bilir.
Kapitalist sistemde pek çok kimseyi mutsuz kılan şey, kapitalizmin herkese, tabiî ki sadece çok az kişi tarafından elde edilen, oldukça arzuya şayan statüleri elde etme fırsatını bahşetmesidir. Bir kimse kendisi için her ne elde etmiş olursa olsun, elde edilen miktar, çoğunlukla, onun arzularının kazanması için ona dikte ettiği şeyin küçük bir kısmıdır. Gözlerinin önünde, başarılarıyla onu alt etmiş ve onun -bilinç altında kendilerine karşı alçaklık kompleksi taşıdığı insanlar her zaman vardır. Bu; avare bir insanın düzenli bir işe sahip birisine karşı, fabrika işçisinin ustabaşına karşı, idarecinin başkan yardımcısına karşı, başkan yardımcısının şirket yöneticisine karşı, iki bin doları olan birisinin milyoner olan birisine karşı, olan tutumudur. Herkesin özgüveni ve ahlâkî dengesi, daha fazla kabiliyet ve kapasiteyle donatılmış olan kimselerin görülmeye değer manzarası tarafından altüst edilmektedir. Herkes başarısızlığının ve yetersizliğinin farkındadır.
Aydınlanmaya ilişkin “Batılı” fikirler ile rasyonalizmin, faydacılığın ve laissez faire’in sosyal felsefesini ve bu düşünce okulları tarafından geliştirilmiş politikaları tamamen reddeden Alman yazarların uzun fikir silsilesi, Justus Möser tarafından başlatıldı. Möser’i kızdıran yeni ilkelerden birisi, askerî personelin ve memurların terfisinin, onların kişisel liyakatine ve kabiliyetine, yaşına ve hizmet süresine dayanması, soyunun ve soylu sülalelerinin dikkate alınmaması şeklindeki talepti.
Başarının sırf kişisel liyakate bağlı olduğu bir toplumdaki hayat, der Möser, sadece dayanılmaz olacaktır. İnsan tabiatı gereği, herkes kendi değerini ve hak ettiği şeyleri abartmaya meyyaldir. Eğer bir insanın hayatta edindiği mevkii, doğuştan sahip olduğu mükemmelliklerden ziyade başka faktörler tarafından belirlenirse, merdivenin en altında yer almaya devam edenler bu neticeye rıza gösterirler ve kendi değerlerini bilerek, yine de itibarlarını ve özsaygılarını muhafaza ederler. Ama liyakat tek başına belirleyici olursa durum farklı olur. O zaman, başarısız olan kimseler kendilerini aşağılanmış ve mahcup edilmiş hissedeler. Bunun neticesi, onların yerine geçen herkese karşı kızgınlık ve husumet göstermektir.(1)
Piyasa öyle bir “sistem”dir ki, liyakat ve başarılar, bir insanın başarısını veya başarısızlığını belirlemektedir. Möser’in liyakat ilkesine karşı olan önyargısını düşünen her kim olursa olsun, bu kimse, Möser’in, liyakat ilkesinin psikolojik sonuçlarından birisini betimlerken haklı olduğunu teslim etmek zorundadır. [Zira] Möser, araştırılmış ve kusurlu bulunmuş kimselerin duygularının içyüzünü kavramıştır.
Böyle bir insan, kendisini teselli etmek ve gururunu tamir etmek için bir günah keçisi arayışı içindedir. O, kendi hatası olmaksızın başarısız olduğu konusunda kendisini ikna etmeye uğraşır. O, en azından, onu gölgede bırakan kimseler kadar zekî, verimli ve çalışkandır. Maalesef, sahip olduğumuz bu adî sosyal düzen, ödülleri en yetenekli insanlara vermemekte, dürüst olmayan, vicdansız, madrabaz, dolandırıcı, sömürücü ve “katı bireyci” (kimse)yi şereflendirmektedir. Onun başarısız olmasının sebebi, dürüstlüğüdür. O, başarılı rakiplerinin itibarlarını borçlu oldukları belli başlı hilelere müracaat etmeyecek kadar dürüsttür. Kapitalist sistemdeki şartlar bir insanı, bir taraftan erdem yoksulluk, diğer taraftan da, ahlâksızlık ve zenginlik arasında seçim yapmaya zorlamaktadır. Bizzat o, Tanrı’ya şükürler olsun, birinci alternatifi seçip ikinci alternatifi terk etmiştir.
Bu günah keçisi arayışı, herkese, hemcinslerinin refahına olan katkılarına göre muamele gösteren ve bu suretle herkesin kendi servetinin toparlayıcısı olduğu bir sistem içinde yaşayan insanların bir davranışıdır. Böyle bir toplumda arzuları tamamıyla tatmin edilmemiş her insan, daha başarılı olan bütün insanların servetine içerlenir. Bu ahmak kimse, duygularını küfür ve iftira şeklinde dışa vurur. Daha bilgiç olan kimseler (ise), kişisel iftiraya başvurmaz. Onlar, kendi başarısızlıklarının tamamıyla kendi hatalarından kaynaklandığını onlara söyleyen içlerindeki gizli sesi dışa vurmak için, nefretlerini –kapitalizm karşıtı- bir felsefe içinde yüceltirler. Onların kapitalizmle ilgili eleştirilerini savunurlarkenki fanatiklikleri, tamamen, eleştirilerinin yanlışlığının farkında oldukları hâlde, kapitalizmle mücadele etmelerinden kaynaklanmaktadır.
Hayâl kırıklığına uğramış arzudan dolayı yakınma, hukuk önünde eşitlik ilkesinin geçerli olduğu bir toplumda yaşayan insanlara hastır. Bunun sebebi, hukuk önünde eşit olmak değildir; aksine, hukuk önünde eşitlik ilkesinin geçerli olduğu bir toplumda insanların entelektüel kabiliyetleri, irade gücü ve dikkatli çalışma yönünden eşitsizliği görünür hâle gelir.
Bir insanın elde ettikleri ve bulunduğu yer ile bu insanın kabiliyetlerinin ve başarılarının ne olabileceğine dair düşünceleri arasındaki uçurum, acımasızca açığa vurulur. Ona “gerçek değeri”ne göre muamele edecek “âdil” bir dünyaya dair hayâller, kendini tanımamadan/anlayamamadan dolayı şiddetle cezalandırılan herkesin sığınağıdır.
5. Entelektüellerin Gücenmesi
Bir kural olarak, sıradan insan, kendisinden daha fazla başarılı olmuş insanlarla arkadaşlık etme fırsatına sahip değildir. O, diğer sıradan insanlardan müteşekkil çevrelerde dolaşır. Hiçbir zaman patronuyla sosyal bir ortamda bir araya gelmez. Hiçbir zaman, kişisel deneyiminden hareketle, tüketicilere başarılı bir şekilde hizmet sunmak için ihtiyaç duyulan kabiliyetler ile melekelerin tamamı yönünden bir müteşebbis veya bir idarecinin nasıl farklı olduklarını öğrenmez. Bunun onda yol açtığı kıskançlık ve gücenme; kan ve candan müteşekkil bir canlı varlığa karşı değil, “idare”, “sermaye” ve “Wall Street” gibi aşırı soyutlamalara karşı yönlendirilir.
Bir kimsenin, her gün karşılaştığı hemcinsine karşı beslediği duygunun bir benzeriyle, bu türden belirsiz bir hayâlden nefret etmek mümkün değildir. Mesleklerinin özel şartlarından veya sahip oldukları aile bağlarından dolayı bu kimselerle kişisel bağlantıya geçerler. Ne var ki, bu kimseler, –onların inancına göre- hakkaniyet gereği aslında kendilerine verilmesi gereken ödüllerin sahipleridirler. Onların yüzünden hayâl kırıklığına uğramış heves, hassaten ıztırap verici hâle gelir; zira onlar, somut canlı varlıklardan nefret etmeye yol açar. Onlar, kapitalizmden iğrenmektedir; zira, bizzat kendilerinin sahip olmak istedikleri mevki, kendilerinden başka birisine, bu adama verilmiştir. Haddizatında bu vakıadaki insanlar, genellikle entelektüeller olarak adlandırılmaktadır. Fizikçileri örnek alınız. Her günkü deney ve rutin işler, her doktorun, şu gerçeğin farkına varmasına sebep olur: Bütün tıp insanlarının liyakat ve başarılarına göre bir dereceye konulduğu bir hiyerarşi vardır.
Bizzat ondan daha seçkin olan ötekiler, günceli yakalamak için öğrenmek zorunda olduğu yöntemler ve yenilikler ile pratiklerin sahipleri, tıp fakültesindeki sınıf arkadaşlarıdır; bunlar, onunla stajyer doktor olarak çalıştılar, tıp derneklerinin toplantılarına katıldılar. O, sözünü ettiğimiz ötekileri sosyal toplantıların yanı sıra hastaların yatağının başucunda topladı. Bunların bir kısmı onun şahsî dostlarıdır veya onunla senli benlidir; ve ona karşı son derece nezaketle muamele gösterir ve “kıymetli meslektaş” diye hitap ederler. Ama bunlar, halkın gözünde gelir açısından onun üstünde yer alırlar. O, kendisini ötekilerle karşılaştırdığında, hakarete uğradığını hisseder. Ama o, herhangi bir kimsenin onun gücenmesine ve kıskançlığına dikkat kesilmemesi için, hâl ve hareketlerini dikkatle izlemek zorundadır. Bu tür duyguların çok az bir kısmı bile kınanması gereken davranışlar olarak görülecek ve herkesin gözünde onun değerini düşürecektir. O, aşağılanmasını sineye çekmek ve öfkesini başkasının yaşantısına katıldığını hayâl ederek duyulan bir amaca (vicarious target) doğru yönlendirmek zorundadır. O, toplumun iktisadî teşkilâtlanmasını, yani kapitalizmin adî sistemini, sorguya çekmektedir. Bu âdil olmayan rejim olmasaydı, onun kabiliyetleri, yetenekleri, gayretleri ve başarıları, diğerlerinin hak ettiği zenginliği ona getirecekti.
Aynı durum pek çok avukat, öğretmen, sanatçı, aktör, yazar, gazeteci, mimar, bilimsel araştırma yapan kimse, mühendis ve kimyager için de geçerlidir. Onlar da kendilerini hayâl kırıklığına uğramış hissederler, zira daha başarılı meslektaşlarının, daha önceki okul arkadaşlarının ve kafadarların yükselişlerinden dolayı kırgındırlar. Onların gücenmesi tam da, rekabet gerçeğinin üstünü arkadaşlık ve meslektaşlıktan ibaret bir örtüyle örten profesyonel davranış kuralları ve etik tarafından derinleştirilmiştir.
Entelektüellerin kapitalizmden iğrenmelerini anlamak için bir kimse şunu anlamak zorunda ki, onun zihnindeki bu sistem, akranlarının belli bir kısmının müşahhas hâlidir. Oysa o, onların başarılarına gücenmekte ve uzak hayâllerinin suya düşmesinden onları sorumlu tutmaktadır. Onun kapitalizme ilişkin aşırı hoşnutsuzluğu, bazı başarılı “meslektaşları”na yönelik nefretini maskeleyen bir perdeden ibarettir.
6. Amerikalı Entelektüellerinin Kapitalizme Karşı Önyargıları
Entelektüellerin kapitalizm karşıtı önyargısı, sadece bir veya birkaç ülkeyle sınırlı bir olgu değildir. Ama bu önyargı Amerika’da, Avrupa ülkelerinde olduğundan çok daha genel ve çok daha şiddetlidir. Bu hayli şaşırtıcı hakikati izah etmek için; bir kimse, “toplum” veya, Fransızca’daki, le monde olarak adlandırdığı şeyden ne kastettiğini ortaya koymalıdır.
Avrupa’da toplum, herhangi bir etkinlik alanındaki seçkin olan herkesi içermektedir. Devlet adamları, parlâmento başkanları, kamu hizmetleriyle ilgili çeşitli dairelerin başkanları, önemli gazete ve dergilerin yayımcıları ile editörleri, ünlü yazarlar, bilim adamları, sanatçılar, aktörler, müzisyenler, mühendisler, avukatlar ve fizikçiler, aristokrat ve asilzâde ailelerden müteşekkil önemli iş adamları ve çocuklarla birlikte iyi toplum olarak telâkki edilen şeyi oluştururlar. Onlar, birbirleriyle akşam yemekleri ile çay partilerinde, hayır baloları ile kermeslerinde, gala gecelerinde, gösterişli günlerde irtibata geçerler; aynı restoranları, otelleri ve mesire yerlerini seçerler.
Karşılaştıklarında entelektüel meseleler, ilk defa Rönesans dönemi İtalya’sında geliştirilmiş, Paris salonlarında mükemmelleştirilmiş ve daha sonra Batı ve Orta Avrupa’nın bütün önemli şehirlerinin “toplumlar”ı tarafından taklit edilen sosyal ilişki biçimleri hakkında konuşmaktan zevk duyarlar. Yeni fikirler ile ideolojiler, daha geniş kesimleri etkilemeye başlamadan önce bu türden sosyal toplantılarda tepkilerini almaktadır. Bir kimse, onların önderlerini teşvik etmede veya kösteklemede önemli rol oynamış “toplum”u tahlil etmeksizin, 19. yüzyıldaki edebiyatın ve güzel sanatların tarihiyle ilgilenemez.
Avrupa toplumuna giriş, kendisi herhangi bir alanda temayüz etmiş herkese açıktır. Giriş, mütevazı gelirlere sahip halktan insanlara göre soylu ecdatlar ve büyük zenginliğe sahip olanlar için daha kolay olabilir. Ama bu grubun üyelerine ne zenginlik ne de unvanlar bir paye ve büyük kişisel farklılığın ödülü olan bir prestij verebilir. Paris salonlarının yıldızları, milyonerler değil, Académie Française üyeleridir.
Entelektüeller etkili olmakta/hâkim olmakta ve diğerleri, en azından, entelektüel meselelere hararetle ilgi duyuyor gibi yapmaktadırlar. Bu anlamda, toplum, Amerika’ya yabancıdır. Amerika’da “toplum” olarak adlandırılan şey, nerdeyse sırf zengin aileleri içermektedir. Başarılı iş adamları ile milletin seçkin yazarları, sanatçıları ve bilim adamları arasında çok az sosyal ilişki/münasebet vardır. Sosyal Sicil (Social Register)’de(2) kayıtlı olanlar, kamuoyunun belirleyicilerini/öncülerini ve milletin geleceğini belirleyecek fikirlerin habercilerini sosyal olarak buluşturmamaktadır. “Mümtaz kişiler”in pek çoğu, kitaplar ile fikirlerle ilgili değildir. Bu kimseler bir araya geldiklerinde kumar oynarlar, insanlar hakkında dedikodu yaparlar ve kültürel meselelerden ziyade sporlar hakkında konuşurlar. Ama okumaktan nefret eden insanlar bile yazarları, bilim adamlarını ve artistleri sıkı fıkı olmak istemedikleri insanlar olarak telâkki ederler. Neredeyse başa çıkılmaz bir uçurum, “toplum”u entelektüellerden ayırmaktadır. Bu durumun ortaya çıkışını izah etmek tarihî olarak mümkündür.
Ama böyle bir izah, hakikatleri değiştirmez. Bu, “toplum”un üyeleri tarafından kuşatıldıkları horlanmaya karşı entelektüellerin tepki göstermesiyle birlikte meydana gelen gücenmeyi ne ortadan kaldırabilir ne de azaltabilir.
Amerikalı yazarlar ya da bilim adamları, zengin iş adamlarını barbar birisi olarak, sırf para kazanmaya niyetli bir adam olarak düşünmeye meyillidirler. Profesör; seçkin bir profesörün felsefesinden ziyade, üniversitenin futbol takımına daha fazla ilgi gösteren öğrencisinden nefret eder. Araştırmaları yeni üretim yöntemlerinin ortaya çıkmasına sebep olmuş insanlar, araştırmalarının sadece piyasa değeriyle ilgilenen iş adamlarına kızarlar. Söz konusu Amerikalı araştırmacı fizikçilerin pek çoğunun sosyalizm ile komünizme sempati duymaları çok önemlidir. Onlar, iktisattan bihaber oldukları ve üniversitelerin iktisat hocalarının, kendilerinin kötülercesine kâr sistemi olarak adlandırdıkları şeye de karşı olduklarını zannettikleri için, onlardan başka bir tavır beklenemez.
Eğer bir grup insan milletin kalanından, Amerikalı “mümtaz kişiler”in yaptığı gibi, özellikle de entelektüel liderlerden, kendisini yalıtıp inzivaya çekilirse; bu insanlar, kaçınılmaz olarak, kendi çevrelerinden uzak tutmaya çalıştıkları insanların hayli sert eleştirilerinin hedefi hâline gelirler. Amerikan zenginleri tarafından uygulamaya konan biriciklik (exclusivism), onları bir anlamda yersiz yurtsuz hâle getirmiştir. Onlar, kendi farklılıkları içinde boş bir gurura kapılabilirler. Onların anlamakta zorlandığı şey şu ki, bu kimselerin kendi kendine işleyen ayrımcılıkları, onları yalıtmakta ve entelektüelleri kapitalizm karşıtı politikaları kollamaya meylettiren şiddetli kinleri tutuşturmaktadır.
7. Beyaz Yakalı İşçilerin Gücenmesi
Pek çok insan için bildik olan kapitalizm düşmanlığıyla dolu olmanın yanı sıra; beyaz yakalı işçi, kendi kategorisine has iki özel musibet altında iş yapar. O, bir masanın arkasında otururken, kelimeleri ve şekilleri kâğıtlara yazarken, işinin önemini aşırı bir şekilde abartmaya eğilimlidir. O, diğer meslektaşlarının kâğıda yazdıkları şeyi yazar ve okur, diğer insanlarla telefonla konuşur; o, kibirle dolu bir şekilde, kendisini girişimin idareci seçkinlerine ait olarak hayâl eder ve kendi konuşmalarını patronunun konuşmalarıyla karşılaştırır. Bir “beyin işçisi” olarak o, elleri sertleşmiş
ve kirlenmiş kol işçilerini küçük görür. Kol işçilerinin pek çoğunun daha yüksek maaş almasına ve kendisinden daha fazla saygı görmesine dikkat çekmek, onu öfkelendirir. Yazık! Onun düşüncesine göre, kapitalizm, onun “entelektüel” işinin “gerçek” değerini takdir etmemekte ve “eğitimsiz” insanların basit işini bağrına basmaktadır.
Büro işi ile kol işinin önemi hakkındaki atalardan kalma bu tür fikirleri beslerken, beyaz yakalı işçi, söz konusu durumun gerçekçi gelişimine/evrimine gözlerini kapamaktadır. O, kendisinin kırtasiyecilikle ilgili işinin sadece basit bir talimi gerektiren rutin görevlerin yerine getirilmesini içerdiğini; oysa onun düşmanları olan “işçiler”in, modern sınainin girift makineleri ile cihazlarının nasıl çalıştırılacağını bilen hayli yetenekli makine ustaları ve teknisyenler olduğunu görmez. İşlerin gerçek durumunun tamamen yanlış kavranması, kâtibin basiretini bağlar ve akıl yürütme gücünü ortadan kaldırır. Öte yandan, kırtasiyecilikle uğraşan işçi, profesyonel insanlar gibi, kendinden daha başarılı olmuş insanlarla her gün bağlantı kurduğu için rahatsız olmaktadır. O, kendisiyle aynı düzeyde işe başlamış olan bazı meslektaşlarının kurumun hiyerarşisi içinde bir kariyer yaptığını görür; oysa kendisi başladığı yerde kalmaya devam etmektedir. Daha dün Paul, onunla aynı seviyedeydi. Bugün Paul, daha önemli ve daha fazla para kazanılan bir görevdedir. Ve yine o, Paul’un her yönden kendisinden aşağı olduğuna inanmaktadır. Hakikaten o; Paul’un, başarılarını, sadece, bütün gazete ve dergilerin, bütün akademisyenlerin ve siyasetçilerin her türlü yaramazlığın ve acının kaynağı olarak suçladıkları böyle adâletsiz bir sistemde bir insanın kariyerini daha fazla yükseltebileceği basit hile ve desiselere borçlu olduğu sonucuna varır.
Kâtiplerin kibrinin klâsik ifadesi ve onların mevkiice küçük işlerinin müteşebbisliğe ait etkinliklerin bir parçası ve patronlarının işleriyle aynı türden işler olduğu şeklindeki hayâl mahsûlü inançları, çok popüler denemesi tarafından ortaya konulduğu gibi, Lenin’in “üretim ve bölüşümün kontrolü”ne ilişkin betimlemesinde bulunmaktadır. Bizzat Lenin ve onun yoldaş suikastçılarının pek çoğu, hiçbir zaman, piyasa ekonomisinin işleyişi hakkında herhangi bir şey öğrenmedi ve hiçbir zaman da öğrenmek istemedi. Onların kapitalizm hakkında bildikleri her şey, Marx’ın onu bütün belâların en kötüsü olarak betimlemesinden ibaretti. Onların kazançlarının tek kaynağı, gönüllü ve çoğu zaman da gönülsüz –gasp edilmiş- katkılar ve bağışlar ile şiddet yoluyla yapılan “kamulaştırmalar” tarafından beslenen parti fonlarıydı. Ama, 1917 öncesi, Batı ve Orta Avrupa’da sürgündeyken, yoldaşların bazıları iş firmalarında tesadüfen mevkiice düşük rutin işler edindiler. Lenin’e müteşebbisliğe ait etkinlikler hakkında elde etmiş olduğu bütün bilgileri sağlayan, onların –yani, formları ve boşlukları doldurmak, kâğıtları çoğaltmak, şekilleri kitaplara girmek ve kâğıtları dosyalamak zorunda kalan kâtiplerin- bu deneyimleriydi.
Lenin, doğru bir şekilde, bir taraftan müteşebbisler ve diğer taraftan, “bilimsel olarak eğitim görmüş mühendislerden, tarım uzmanlarından ve benzeri kimselerden müteşekkil personel” arasında bir ayrım yapar. Bu uzmanlar ile teknoloji uzmanları, esas itibariyle, düzenin icracısıdırlar. Onlar, kapitalist bir sistemde kapitalistlere, sosyalist bir sistemde ise “silâhlı işçiler”e boyun eğerler. Kapitalistler ile müteşebbislerin işlevi farklıdır; bu farklılık, Lenin’e göre, “üretim ve bölüşümün, işçi ve ürünlerin kontrolü”dür. Şimdi müteşebbisler ile kapitalistlerin görevleri, gerçekte, üretim faktörlerinin tüketicilerin isteklerini muhtemel en iyi şekilde karşılamak -yani neyin, ne kadar ve ne kalitede üretilmesi gerektiğini belirlemek- için kullanılacak şekilde amaçların belirlenmesidir.
Mamafih, Lenin’in “kontrol” terimine atfettiği anlam budur. Bir Marksist olarak o, üretim etkinliklerinin idaresinin, sosyal teşkilâtlanmaya ilişkin hayâl edilebilir herhangi bir sistemde karşılaşmak zorunda olduğu meselelerin, yani üretim faktörlerinin kaçınılmaz kıtlığının, üretimin yapılmak zorunda olduğu gelecekteki şartların belirsizliğinin ve başka amaçların elde edilmesine mümkün olduğu kadar az mâni olan, bir başka ifadeyle, en düşük üretim maliyetiyle, hâlihazırdaki seçilmiş amaçların elde edilmesi için uygun olan şaşırtıcı sayılacak kadar fazla teknolojik yöntemlerden birisini seçme mecburiyetinin farkındaydı. Marx ve Engels’in yazılarında bu meselelere yönelik hiçbir ima bulunamaz. Lenin’in tesadüfen bir iş bürosuna oturmuş yoldaşlarının hikâyelerinden hareketle iş hakkında öğrendiği bütün meseleler, çok hızlı yazı yazmayı, çok fazla kayıt tutmayı ve hesap yapmayı gerektiren meselelerdi. Bundan dolayı Lenin, “muhasebe ve kontrol”ün toplumun teşkilâtlanması ve doğru işlev görmesi için zorunlu olan belli başlı şeyler olduğunu ifade eder. Ama “muhasebe ve kontrol”, der Lenin, “zaten, aritmetiğin dört işlemini okuyabilen, yazabilen ve bilebilen herhangi bir kimsenin erişme alanı içinde olan, izlemenin, kayıt tutmanın ve faturaları kesmenin olağanüstü basit işleyişleri hâline gelecek kadar, kapitalizm tarafından basitleştirilmiştir”.(3) Burada biz, bütün şöhretiyle birlikte dosyalama işleriyle uğraşan kâtibin felsefesine sahibiz.
8. “Kuzenler”in Gücenmesi
Dış güçlerin müdahalesiyle bozulmamış piyasada üretim faktörlerinin kontrolünü en verimli insanların ellerine ulaştıran süreç hiçbir zaman durmaz. Bir insanın veya bir firmanın, tüketicilerin henüz yeteri kadar tatmin edilmemiş ihtiyaçlarından en âcil olanını muhtemel en iyi yolla karşılamaya yönelik çabalarında gevşeme olur olmaz; önceki başarılar sayesinde biriktirilmiş zenginliğin dağılması gündeme gelir.
İşadamının dayanma kuvveti, enerjisi ve becerikliliği; eski çağların etkisi, bitkinlik, hastalık ve piyasanın sürekli değişen yapısına işlerinin idaresini uyarlama kabiliyetini kaybetmesi sonucu zayıfladığı zaman, servetinin eriyişine ve yok oluşuna şahit olmak şaşırtıcı değildir. Bu yok oluşda, mirası azar azar tüketen vârislerin tembelliğinin tesiri de unutulmamalıdır. Ancak, eğer aptal ve vurdum duymaz evlâtlar işlerine önem vermiyor ve yetersizliklerine rağmen zengin kalabiliyorlarsa, zenginliklerini kapitalizm karşıtı eğilimler tarafından dikte edilen kurumlara ve siyasî önlemlere borçludurlar. '4Fnlar; serveti, “çok az parayla iş yapan” piyasaya yeni gelenlerin yanı sıra, hâlen varolan firmalarla birlikte her gün başka kimselerle sert bir rekabet içinde yeniden elde etmenin dışında, elde edilmiş zenginliği korumanın bir yolunun olmadığı bir yer olan piyasadan silinirler. Hükûmet bonolarını satın alırken onlar, verimsizliğin cezasının zararlar şeklinde gerçekleştiği piyasanın tehlikelerine karşı onları korumaya söz veren hükûmetin kanatları altında gizlenirler.(4)
Mamafih, müteşebbislikle ilgili başarı için gerekli olan üstün yeteneklerin birkaç nesil boyunca çoğaltıldığı aileler de vardır. Oğulların veya erkek torunların veyahut da büyük erkek torunların birisi veya ikisi, ecdadına denktir veya onlara üstün gelir. Ecdadın zenginliği israf edilmez, aksine her gün biraz daha büyür. Bu, tabiî ki, sık rastlanan bir durum değildir. Onlar, sadece nadir olmalarından dolayı dikkat çekmez, aynı zamanda, miras bırakılan işin nasıl genişletileceğini bilen insanla olarak babalarına ve kendilerine gösterdikleri itibarın keyfini çıkardıkları gerçeği nazara alındığında da dikkat çeker. Bu tür “asilzâdeler”, bazen bir statü toplumu ile kapitalist toplum arasındaki farklılığı göz ardı eden insanlar tarafından adlandırıldıkları gibi, kendilerini büyük ölçüde çok sıkı çalışan bir iş adamının kabiliyeti ve çalışkanlığıyla birlikte üretmeye, damak tadının güzelliğine ve cana yakın tavırlara adarlar. Ve onların bir kısmı, ülkesinin veya dünyanın en zengin müteşebbisleri arasında yer alır.
Modern kapitalizm karşıtı propaganda ve entrikalarda önemli bir rol oynayan bir olguyu açıklamak için dikkatle gözden geçirmek zorunda olduğumuz bu “asilzâdeler” olarak adlandırılan kimseler arasında, bu şartları taşıyanların sayısı oldukça azdır. Bu şanslı ailelerde bile, büyük işin başarılı bir şekilde idaresi için gerekli olan nitelikler, bütün oğullar ve torunlar tarafından miras alınmaz. Bir kural olarak her bir neslin bir, veya en iyi ihtimâlle iki, üyesi bu nitelikleri doğuştan haiz olur. Ailenin servetinin ve işinin devamı için esas olan şu ki, işler bu bir veya iki kişiye emanet edilmeli ve diğer üyeler, sadece, kazançların bir kısmının alıcıları (recipients) mevkiine düşürülmelidirler. Bu türden düzenlemeler için seçilen yöntemler, millî ve mahallî kanunların özel şartlarına göre, ülkeden ülkeye değişmektedir. Mamafih, onların tesiri her zaman aynıdır. Onlar, aileyi –işlerin idaresini üstlenen ve üstlenmeyenler olmak üzere- iki kategoriye bölmektedirler. İkinci kategori, bir kural olarak, bizim patronlar olarak adlandırmayı önerdiğimiz birinci kategorinin üyeleriyle yakından akraba insanlardan müteşekkildir. Onlar, patronların erkek kardeşleri, kuzenleri, yeğenleri, çoğu kere kız kardeşleri, boşanmış öz kız kardeşleri, bayan kuzenleri, kardeş kızları ve benzeri akrabalarıdır. Biz bu ikinci kategorinin üyelerini kuzenler olarak adlandırmayı öneriyoruz.
Kuzenler, gelirlerini firmadan veya şirketten elde ederler. Ama onlar, iş hayatına yabancıdırlar ve bir müteşebbisin karşılaştığı meseleler hakkında hiçbir bilgiye sahip değildirler. Onlar, para kazanmanın kibir yüklü küçümsenmesiyle bezenmiş bir atmosfere sahip meşhur yatılı okullar ile kolejlerde yetiştirilmişlerdir. Onların bir kısmı, zamanını gece klüplerinde ve bahis ve oyun, şölen gibi diğer eğlencelerde geçirir, pahalı hovardalıklara başvurur. Diğerleri, kendilerini amatör bir şekilde resim yapmaya, yazmaya veya diğer sanatlara verirler. Bunun içindir ki, onların çoğu aylak ve yararlı olmayan insanlardır.
Doğru olan şu ki, bugüne kadar olduğu gibi, bugün de bunun istisnaları vardır ve kuzenlerden müteşekkil grubun bu istisnaî üyelerinin başarıları, zengin hovardalar ile mirasyedilerin davranışlarını tahrik ederek çıkarılmış rezaletlere büyük bir farkla ağır basmaktadır. En üstün yazarların, bilim adamlarının ve devlet adamlarının pek çoğu, bu türden “mesleği olmayan beyefendilerdi”. Bol gelirli bir meslek sayesinde hayatını kazanma zorunluluğundan uzak ve bağnazlığa müptelâ olanların kollamasından bağımsız olarak; onlar, yeni fikirlerin öncüleri oldular. Diğerleri, ki kendileri ilhama muhtaçtırlar, sanatçıların hâmisi/koruyucusu hâline geldiler. Oysa bu sanatçılar, malî yardım ve elde edilen alkışlar olmaksızın, kendi yaratıcı işlerini hayata geçirecek bir mevkide olamayacaklardı. Paralı insanların Büyük Britanya’nın entelektüel ve siyasî evriminde oynadığı rol, pek çok tarihçi tarafından vurgulanmıştır.
19. yüzyıl Fransa’sının yazarları ile sanatçılarının yaşadığı ve teşvik edildiği çevre, le monde, yani “toplum”du. Mamafih, biz, burada, ne zengin hovardaların günahlarıyla ne de zengin insanlardan müteşekkil diğer grupların mükemmellikleriyle ilgileniyoruz. Bizim konumuz, kuzenlerden müteşekkil özel bir grubun piyasa ekonomisinin yıkılmasını amaçlayan öğretilerin yayılmasının içinde yer alan kısmıdır. Pek çok kuzen, patronlarla ve aile firmasıyla ilişkilerini belirleyen düzenlemelerden dolayı haklarının gasp edilmiş olduğuna inanır. Bu düzenlemeler babalarının veya büyük babalarının iradeleriyle ya da bizzat onların imzalamış oldukları bir anlaşmayla yapılsın ya da yapılmasın; onlar, kendilerinin çok az ve patronların çok fazla aldıklarına inanırlar. İş ve piyasanın tabiatına yabancı olan bu kimseler, -Marx’la birlikte sermayenin otomatik olarak “kârları ortaya çıkardığı”na ikna edildiler. Onlar, işlerin idaresinden sorumlu olan aile üyelerinin kendilerinden niçin daha fazla kazanmak zorunda olduklarına dair herhangi bir gerekçeye inanmazlar. Bilânçolar ile kâr ve zarar hesaplarının anlamını doğru bir şekilde değerlendirmek için yeterince zekî olmayan bu kimseler, aldatmaya ve onları doğuştan kazanılmış haklarından mahrum bırakmaya yönelik netameli bir çaba içerisinde oldukları gerekçesiyle, patronların her eyleminden şüphelenirler. Onlar, patronlarla sürekli olarak kavga ederler.
Patronların kızgınlıklarının geçmesi şaşırtıcı değildir. Onlar, hükûmetler ile işçi sendikalarının büyük işle(tmele)rin önüne koydukları bütün engellerin üstesinden gelmedeki başarıları ile övünürler. Onlar şu gerçeğin bütünüyle farkındadırlar; onların üretkenlikleriyle gayretleri olmasaydı, firma ya uzun zaman önce kötüye gitmiş ya da satışa zorlanmış olacaktı.
Onlar kuzenlerin şikâyetlerini utanmaz ve çirkin bulurken, liyakatlerine karşı âdil davranılmasını beklerler. Patronlar ile sadece aile/akraba üyeleriyle ilgilenen kuzenler arasında düşmanlık başlar. Ama bu düşmanlık, kuzenlerin patronları kızdırmak için kapitalizm karşıtı kampa katıldıkları ve “ilerici” çabalara her türlü fonları sağladıklarında özel bir mesele olmaktan çıkar. Kuzenler, kendi gelirlerini elde ettikleri fabrikalardaki grevler bile olsa, grevleri desteklemeye heveslidirler.(5) Çok bilinen bir gerçek şu ki, “ilerici” dergilerin çoğu ve pek çok “ilerici” gazete, tamamıyla onlar tarafından bağışlanan sübvansiyonlara bağlıdır. Bu kuzenler, ilerici üniversitelere, kolejlere ve “sosyal araştırmalar” için enstitülere bağışta bulunurlar ve her türlü komünist parti etkinliğine sponsor olurlar. “Salon (parlor) sosyalistler”i ve “çatı katı (penthouse) Bolşevikleri” olarak onlar, “uğursuz kapitalist sistem”e karşı savaşan “proletarya ordusunda”da önemli bir rol oynarlar.
9. Broadway ve Hollywood Komünizmi
Kapitalizmin kendilerine konforlu bir gelir ve boş vakit bahşettiği pek çok kimse, iyi vakit geçirme arzusu ile yanıp tutuşur. Popüler aktörler ve oyun yazarları, bol sıfırlı gelirlerin keyfini çıkarıp, kâhyaları olan ve yüzme havuzlarına sahip saray misali evlerde oturmaktadırlar, hakikaten, “açlığa mahkûm” değildirler. Yine de Hollywood ve Broadway, bu iki yer de eğlence sınaisinin dünyaca meşhur merkezleridir, komünizmin yuvasıdır. Yazarlar ve şarkı söyleyen kimseler, Sovyetçiliğin en bağnaz destekçileri arasında yer almaktadırlar. Bu olguyu izah etmek için çeşitli çabalar içine girilmiştir. Bu değerlendirmelerin pek çoğunda bir parça gerçeklik payı bile yoktur. Diğer taraftan, bunların hepsi, sahnelerin ve ekranların şampiyonlarını devrimcilerin katına çıkaran esas saiki dikkate almada başarısız olmaktadır. Kapitalizmde maddî başarı, bir insanın başarılarının tüketiciler tarafından takdir edilmesine bağlıdır. Bu çerçevede, bir imalâtçı tarafından sunulan hizmetler ile bir üretici, bir aktör veya bir oyun yazarı tarafından sunulan hizmetler arasında bir farklılık yoktur. Yine de bu bağımlılığın farkına varmak, tüketicilere dokunulabilir/gözle görülebilir kamusal hizmetlerin sunulması durumuyla karşılaştırıldığında, bir gösteri işinde çok daha zordur. Dokunulabilir/gözle görülebilir malların imalâtçıları, belirli fizikî özelliklerinden dolayı ürünlerine fiyat ödeneceğini bilirler. Bu imalâtçılar, haklı olarak, halkın, kendilerine daha iyisi ve daha kalitelisi sunulmadığı sürece bu malları talep edeceklerini; zira, bu malların tatmin ettiği ihtiyaçların yakın bir gelecekte değişeceğinin ihtimâl dahilinde olmadığını ümit ederler. Bu mallar açısından piyasanın durumu, bir ölçüde, zeki müteşebbisler tarafından tahmin edilebilir. Onlar, bir ölçüde güvenle, geleceğe bakabilirler.
Eğlenceyle birlikte başka bir şey gündeme gelir. İnsanlar, sıkıldıkları için eğlenmeyi arzularlar. Ve hâlihazırda âşina oldukları eğlenceler kadar hiçbir şey onlar için usandırıcı değildir. Eğlence sınaisinin esası çeşitliliktir. Patronlar, çoğunlukla yeni ve netice itibariyle beklenmedik ve sürpriz olan şeyleri alkışlarlar. Onlar, kaprislidirler ve sorumsuzdurlar. Dün baş tacı ettikleri şeylere tepeden bakarlar. Sahnenin veya ekranın en zengini, halkın dik başlılığından her zaman korkmak zorundadır. O, bir sabah zengin ve meşhur olan kimseyi uyarır ve bir sonraki gün de unutabilir. Ibsen’in oyunundaki yapı ustası gibi, o, bilinmeyen yeni gelenlerden, kamunun lehinde kendisinin yerini alacak enerjik gençlerden korkmaktadır.
Aşikâr olan şu ki, bu sahne insanlarını rahatsız eden şeylerden kaçınma imkânı yoktur. Bunun içindir ki, onlar, ümitsizlik içinde her çareye başvururlar. Komünizm, onların bir kısmının düşündüğü gibi, onların kurtuluşunu sağlayacaktır. Komünizm, bütün insanları mutlu yapan bir sistem mi? Pek çok seçkin insan, insanoğlunun bütün belâlarının kapitalizmden kaynaklandığını ve komünizm sayesinde ortadan kaldırılacağını ortaya koymuyor mu? Bizzat bu kimseler, ki çok çalışan insanlardır, bütün diğer çalışan insanların yoldaşları değil midirler?
Aynı ölçüde varsayılabilir ki, Hollywood ve Broadway komünistleri ne bir sosyalist yazarın eserlerini ne de piyasa ekonomisinin gayri ciddî herhangi bir tahlilini bugüne kadar incelememiştir. Ama çok önemli bir hakikat şu ki, sinema filmleri ve şarkılar, gözde kadın sanatçılara, dansçılara ve şarkıcılara, bu komedilerin yazarlarına ve üreticilerine farklı bir büyü kazandırmaktadır; öyle ki, onların belirli hoşnutsuzlukları “kamulaştıranlar” kamulaştırılır kamulaştırılmaz ortadan kalkacaktır.
Eğlence sınaisinin pek çok ürününün aptallığı ve basitliğinden dolayı kapitalizmi suçlayan insanlar vardır. Bu meseleyi tartışmaya gerek yoktur. Ama hatırlatmak gerekir ki, böyle basit oyunların ve filmlerin üretiminde işbirliği yapan insanların desteklenmesinden ziyade komünizmin desteklenmesi konusunda daha fazla gayretli başka bir Amerikan muhiti yoktu. Gelecekteki bir tarihçi, Taine’in büyük ölçüde maddî kaynak olarak değerlendirdiği bu türden oldukça önemsiz hakikatleri araştırdığı zaman, dünyanın en meşhur striptiz sanatçısının Amerikan radikal hareketinde oynadığı rolden bahsetmeyi unutmamalıdır.(6)
(1) Möser, No Promotion According to Merit, 1. Baskı, 1772. (Justus Möser, Sämmtliche Werke, (ed.) B. R. Abeken, 1842, II. Cilt, s. 187-191.)
(2) Bir topluluktaki sosyal üne sahip insanların yer aldığı rehber, ç.n.
(3) Karşılaştırma için bkz. Lenin, State and Revolution (Little Lenin Library, No. 14, International Puclishers, New York), s. 83-84.
(4) Avrupa’da kısa bir süre öncesine kadar hâlâ zilyedin/sahibin beceriksizliğine ve tutarsızlığına karşı bir serveti güvenli hâle getirmek için sunulan başka bir fırsat vardı. Piyasada elde edilen zenginlik, tarifeler ile diğer hukukî şartların dışarıdakilerin rekabetine karşı korunduğu
büyük topraklı mülklere yatırılabilirdi.
(5) “Özel üniformalı şoförlerle birlikte limuzinler, bazen, limuzinler için para ödemeye yardım eden iş(letme)lere karşı yapılan grevlerde, ciddî/ağırbaşlı hanımefendileri nümayişçilere teslim etti.” Eugene Lyons, The Red Decade, New York, 1941, s. 186. (İtalik Mises’e aittir.)
(6) Karşılaştırma için bkz. Eugene Lyons, 1. Bölüm, s. 293.
* Ludwig von Mises, "Kapitalizmin Sosyal Mahiyeti ve Yerilmesinin Psikolojik Saikleri", Anti Kapitalist Zihniyet içinde, Çev. Yusuf Şahin, Liberte Yayınları, 2004, s.3-27.
Kitabın tamamı için Liberte Yayınları