13. Bir Özelleştirme Faciası, Yahut Bir Özelleştirememe Klasiği: Türkiye!
Özelleştirmenin hukuksal, ekonomik vb. değişik açılardan değişik tanımları yapılabilir. Örneğin, hukuksal açıdan özelleştirme “devletleştirme”nin yahut millileştirmenin tam zıddını ifade eder. Buna göre özelleştirme kamusal mülkiyetteki malların ve hizmetlerin mülkiyetinin ve işletme haklarının özel sektöre devredilmesidir. İktisadi açıdan ise özelleştirme, devletin ekonomideki payının azalmasına, kısaca devletin iktisadi faaliyetlerine son verilmesidir. Özelleştirmenin gerçekleştirilmesi temelde bir siyasal tercih sorunu olduğu için özelleştirme doğal olarak siyaset bilimi ile de ilişkilidir. Bu çerçevede geniş olarak tanımlandığında, özelleştirme, devletin sahip olduğu mal varlıklarının devlet mülkiyetinden ayrılması veya satış yoluyla elden çıkartılması, piyasanın işleyişi üzerindeki devlet denetiminin veya müdahalesinin azaltılması veya kaldırılmasıdır (Aktan, 1993: 9).
Özü itibariyle özelleştirme “devletin küçültülmesi” projesidir. Birinci Dünya Savaşı ile başlayıp 1929 Dünya Bunalımıyla kalıcı hale gelen, 2. Dünya Savaşı sonrasında daha da yaygınlaşan; devlete ekonomide merkezi bir konum, planlamacı, müdahaleci, üretici ve yeniden dağıtımcı bir rol biçen yarı sosyalist yarı Keynesci politikaların 1970’lerde tıkanması sonucunda bütün dünya yeni arayışlara yönelmiştir. Harcamaları gelirlerle finanse edilemeyecek kadar şişmiş, iktisadi hayatın her alanına kollarını uzatmış, o haliyle de hiçbir işlevini etkin biçimde yerine getiremez duruma düşmüş “hantal devlet”in yeniden etkinleştirilmesi, enflasyon doğuran kamu açıklarının kapatılabilmesi ve ekonominin özel sektör öncülüğünde yeniden organize edilebilmesi için düşünülen çarelerden biri olarak özelleştirme öne çıkmıştır.
Özelleştirmenin finansal, ekonomik, ideolojik ve politik gerekçelerinden sözedilebilir. Finansal gerekçeler bütçe denkliği, kamu açıkları vb. gibi parasal meselelerle ilgilidir. Ekonomik gerekçeler kaynakların etkin kullanımı, israfın ve savurganlığın önlenmesi, iktisadi karar birimleri arasında karşılaştırmalı üstünlükler ve alternatif maliyetleri dikkate alan işbölümü gibi konuları kapsamaktadır. İdeolojik ve politik gerekçeler ise bunları bütünler biçimde sınırlı devlet, Leviathan (ejderha) devletin önüne geçilmesi, piyasanın işleyişine güven, devletin asli fonksiyonlarına geri döndürülmesi, bireylerin tercih ve seçim özgürlüklerinin en üst düzeyde gerçekleştirilmesiyle ilgilidir.
Dolayısıyla, özelleştirmeden umulan pek çok yarar arasında kamu harcamalarının kısılması, kamu finansman açıklarının kapatılması, kamu borçlanma gereğinin azaltılması, özel sektörün önünün açılması, rüşvet-yolsuzluk ve rant kollamanın azaltılarak verimliliğin yükseltilmesi ve devletin asıl yapması gereken dış güvenlik, iç güvenlik, adâlet gibi fonksiyonlarını daha etkin yerine getirebilir kılınması bulunmaktadır.
1960’lı yılların ikinci yarısında sanayileşmiş ülkelerde baş gösteren ve alışıldık Keynesyen reçetelerin çare üretemediği stagflasyon sorunu, petrol fiyatlarının 1970’lerde aşırı derecede yükselmesiyle yaşanan arz şokları, 1980’lerin sonunda sosyalist blokun dağılması gibi gelişmeler bütün dünyada devletin ekonomideki rolü konusunu yeniden düşünmeyi zorunlu hale getirmiş, hemen bütün ülkeler devlet-toplum, kamu-özel sektör, ekonomi-siyaset ilişkilerinde yeni arayışlara yönelmişlerdir. Batı dünyası geleneksel devletçi Keynesyen politikalardan bireyci ve piyasacı Klasik liberal iktisat politikalarına yönelirken, eski sosyalist ülkeler de demokrasi, kapitalizm ve piyasa ekonomisine yönelmişlerdir. Dolayısıyla özelleştirme yalnızca eski Sovyet bloku ülkelerinin değil, sanayileşmiş Batı ülkeleri dahil bütün dünyanın gündemine girmiştir. Başta ABD ve İngiltere olmak üzere birçok gelişmiş ülkenin yanısıra Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri, Doğu Asya ülkeleri ve Latin Amerika ülkeleri gibi pek çok gelişmekte olan ülke özelleştirme yoluna gitmiştir.
Ne var ki, Özal öncülüğünde 1983 gibi erken sayılabilecek bir tarihte bu sürece girmiş olan Türkiye, aradan geçen 20 yılı aşkın sürede bu açıdan son derece kötü bir performans göstermiştir. 1983’te konuşulmaya başlanan özelleştirme süreci fiilen ancak 1985’te başlatılabilmiş, karınca hızıyla ve sık sık çark ederek, zikzak çizerek, hükümet-devlet, yahut hükümet-yargı arasında ilginç çatışmalar ve gerginliklere sahne olarak âdeta yılan hikayesine dönmüştür. Özelleştirme İdaresi Başkanlığı (ÖİB) verilerine göre başlangıcından bugüne özelleştirmeden elde edilen gelirler aşağıdaki tabloda verilmiştir.
Tablo 1: Yıllar itibariyle Türkiye'de özelleştirme (1985-2004)
Kaynak: Özelleştirme İdaresi Başkanlığı
Tablo 1’de de görüldüğü üzere bugüne değin özelleştirmeden elde edilen toplam gelir yaklaşık 8.7 milyar dolardır. Tablodaki rakamların seyri de esasen özelleştirme konusunda yumuşak ve istikrarlı bir süreç yaşanmadığını, zikzaklar çizildiğini göstermektedir. En kayda değer özelleştirme gelirinin elde edildiği yıllar 1998 ve 2000 yıllarıdır.
1986 yılından itibaren tamamı kamuya ait veya kamu iştiraki olan kuruluşlardaki kamu paylarının özelleştirme kapsamına alınması yoluyla yürütülen program çerçevesinde, Özelleştirme İdaresi tarafından bugüne kadar 170 kuruluşta hisse senedi veya varlık satış/devir işlemi yapılmış ve bu kuruluşlardan 159’unda hiç kamu payı kalmamıştır. Blok satış, halka arz, uluslararası arz, İMKB’de satış veya varlık satışı biçiminde, kısmen özelleştirme işlemi gerçekleştirilen diğer 11 kuruluşta ise, halen belirli miktarlarda kamu payı bulunmaktadır.
Bir bölümü vadeli ve döviz cinsinden gerçekleştirilen bu hisse senedi ve varlık satış işlemlerinden 31 Aralık 2002 itibariyle 2.5 katrilyon TL (7.2 milyar $) net giriş sağlanmıştır. Yıl bazında uygulama tutarı ile net giriş tutarı arasındaki fark, vadeli işlemlere ilişkin taksit ödemelerinden kaynaklanmaktadır.
Özelleştirme kapsamındaki kuruluşlardan elde edilen 525 trilyon TL’lik (2.1 milyar $) temettü geliri ve 1.9 katrilyon TL’lik (1.9 milyar $) diğer kaynaklarla birlikte 1985 – 31 Aralık 2002 dönemi toplam kaynakları 5 katrilyon TL (11.2 milyar $) düzeyine ulaşmaktadır. Aynı dönemde özelleştirme uygulamaları çerçevesinde 5 katrilyon TL (11 milyar $) tutarında kullanım (harcama) gerçekleştirilmiştir.
Özelleştirme uygulamaları sonucunda elde edilen kaynakların kullanımı 3 ana başlık altında toplanmaktadır. 1) Özelleştirme kapsamındaki kuruluşlara yapılan ödemeler (sermaye iştirakleri, verilen krediler, çalışanlara yönelik iş kaybı ve özelleştirme sonrası tazminatları ile emeklilik primi ödemeleri), 2) Hazine’ye yapılan aktarmalar, 3) Özelleştirme uygulamaları için çıkarılan bono ve tahvil ödemeleri. 2002 sonu itibariyle birinci kalem için yapılan ödeme 5.3 milyar $ (toplam kaynakların %48’i), ikincisi için yapılan ödeme 3.4 milyar $ (toplam kullanımların %31’i), üçüncüsü için yapılan ödemelerin toplamı ise yine aynı dönemde 1.9 milyar $ düzeyinde olup, toplam kullanımların %17’sini oluşturmaktadır. Özelleştirmeden elde edilen gelirlerin neredeyse yarısının yine bu kuruluşlar için harcanması dikkat çekicidir. Hazine’ye gelir olarak aktarılan kaynaklar toplam gelirlerin ancak üçte birine karşılık gelmektedir.
Bu arada Türkiye'de bugüne değin gerçekleştirilmiş özelleştirmelere yöntem itibariyle bakıldığında uluslararası arzın payının %12, bedelli devir yönteminin payının %3, blok satışın payının %41, İMKB’de satışın payının %9, halka arzın payının %19, tesis ve varlık satışı yoluyla özelleştirmenin payının ise %16 olduğu belirtilmektedir (ÖİB, 2004).
Bu rakamlar tek başına pek bir anlam ifade etmemektedir. Meseleye daha geniş bir perspektiften bakıldığında Türkiye'deki özelleştirme sürecinin ibret-i alem bir mahiyet arzettiği söylenebilir. Bu haliyle Türkiye özelleştirmenin yavaşlığı, etkinsizliği, bölük-pörçüklüğü, istikrarsızlığı ve sonuçta başarısızlığı açısından bir örnek olay teşkil etmektedir. Türkiye özelleştirme sürecine girdiğinde Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin deyim yerindeyse özelleştirmenin “ö”sünden haberleri yoktu; Rusya’nın uydusu olarak komünist rejimin baskısı altında her biri ayrı bir sefalet öyküsü yaşamaktaydı. Teknolojide, kişi başına gelirde, ekonomik refah düzeyinde ve siyasal özgürlükler alanında geride kalmanın sonucu yaşanan sefalet artık gizlenemez hale gelince sistem 1980’lerin sonunda çöktü. Sosyalist sistemin çökmesiyle 1990’ların başında kısa bir altüst oluş ve kargaşa yaşayan bu ülkeler 1990’ların ortalarına doğru demokrasi ve piyasa ekonomisi ekseninde hızlı bir yeniden yapılanma sürecine girdiler. Bizden yaklaşık 10 yıl sonra özelleştirme sürecini başlattılar, altyapı hazırlıklarını hızla tamamlayıp 6-7 yıl içinde özelleştirme sürecini bitirdiler ve ekonomilerini düzlüğe çıkarıp yollarına devam ettiler.
Oysa biz, onlardan on yıl önce başladığımız sözkonusu süreci hâlâ bitiremedik; altyapı hazırlıklarını yıllarca sürüncemede bıraktık; bürokrasi-siyaset-yargı arasındaki bitip tükenmez kavgalara zamanında noktayı koyamadık; önceden özelleştirme kapsamına aldığımız bazı kuruluşları sonradan kapsamdan çıkardık; ihalesini yapıp satışını gerçekleştirdiğimiz bazı kuruluşları defaatle yargıya başvurup iptal ettirdik. Özelleştirmeye başladıktan yirmi yıl sonra hâlâ hayret verici biçimde bazı kuruluşları özelleştirmeli mi, özelleştirmemeli mi tartışmasını yapıyoruz. Bu deneyime bakarak rahatlıkla denebilir ki, yirmi yıldır özelleştirme sürecini sürüncemede bırakan, başlanmış çalışmaları yarıda bırakan, iç ve dış piyasaya sürekli kararsızlık, tereddüt ve siyasi iradesizlik mesajları veren, zoraki devam ettiği yolda yanlış yöntemlerle değerli kurumlarını—sonradan zararını yine devlet hazinesine yükleyecek—birtakım insanlara “hediye eden,” elde ettiği özelleştirme geliri yaptığı masraflara neredeyse denk, kısaca özelleştirmeyi “eline yüzüne bulaştırmış” başka bir ülke yoktur. Esasen “özelleştirme nasıl yapılamaz,” “nasıl yapılmamalıdır” veya “ne kadar başarısızlıkla yapılabilir?” sorusuna en iyi örnek olay, Türkiye’dir. Aleme ibret bu deneyimiyle Türkiye iktisat ve siyaset ders kitaplarına örnek olay olarak girmeyi hakeden bir ülke durumundadır.
Uzun hikayeyi kısa keserek söylersek bu kötü performansın en temel nedeni Türkiye’de gerek kamuoyuna, gerekse asker-sivil devlet bürokrasisine egemen olan katı devletçi, aşırı merkeziyetçi, planlamacı, piyasaya güvenmeyen, kollektivist zihniyettir. Özelleştirmeye cidden olumlu bakan az sayıdaki siyasetçinin önderlik ettiği hükümetlerin bu yöndeki icraatlarının ya kamuoyunda rahatsızlık yaratması, ya da yargı engeline takılmasını başka türlü açıklamak zordur (Acar, 2004).
Cumhuriyet dönemi boyunca karma ekonomi modeli adı altında uygulanan politikalar kapitalist boyutu yok denecek kadar önemsiz, sosyalist planlamacı ve aşırı müdahaleci boyutu son derece baskın politikalar olmuştur. Osmanlıdan devralınan bürokratik kurumlar ve bu kurumlara egemen olan zihniyet Cumhuriyet tarihi boyunca varlığını sürdürmüştür. Devleti milletle özdeşleştiren, milleti devletin emrinde ve ona hizmet için yaşayan bir topluluk olarak gören ve bireyi devlete kurban etmekten çekinmeyen bu zihniyet, 1929 Bunalımının dayattığı konjonktürde 1930’ların özel koşullarında başlatılan devletçilik uygulamalarını daha sonraki dönemlerde adım adım yaygınlaştırmış, sosyalizmin özel mülkiyete cevaz vermeyen merkezden planlamacı anlayışını adını sosyalizm koymadan benimsemiştir. Sonuçta ortaya piyasadaki parasal kaynakların %80’ine hükmeden; çimentodan ayakkabıya hemen her malı üretmeye çalışan; enerji, şeker, alkol ve tütün ürünleriyle tekelomünikasyon tekelinden vazgeçmeyen; mülkiyet haklarını korumada kamuyu özel sektöre tercih eden bir devletin toplumsal hayatın her anlamda merkezinde yeraldığı, verimsiz, himayeci, rant dağıtan, dünya ile rekabet edemeyen bir ekonomik yapı çıkmıştır.
Sözkonusu anlayış devran dönüp de iş devlet mülkiyetindeki kurumların iddia edilen gerçek sahiplerine, yani millete, onun bir parçası olan özel şahıslara devredilmesine gelince kendisinden beklenebilecek tipik tepkiyi göstermekte, özelleştirme sürecini “devletin-milletin malını kötü niyetli yabancılara peşkeş çekmek” olarak görüp direnişe geçmekte gecikmemiştir. Bu direnç karşısında bir eski Başbakan’ın “sosyalist sistem Sovyetler’de yıkıldı ama bizde hâlâ devam ediyor” serzenişinde bulunması manidardır. Başka bir deyişle özelleştirme sürecinin önündeki en büyük engel, bürokrasiye ve yargıya egemen olan ve piyasaya güvenmeyen zihniyettir. Nitekim Türkiye'nin en büyük holdingi Koç Holding’in Yönetim Kurulu Başkanı da kendisiyle yapılan bir sohbette bu gerçeğe işaret ederek, özelleştirmenin önündeki iki büyük engeli “bürokrasinin direnişi” ve “yargıya duyulan güvensizlik” olarak sıralamaktadır.
Oysa Türkiye özelleştirme sürecine direnmekle, bu yöndeki icraatı “eline yüzüne bulaştırmak”la çok şey kaybetmiştir. Zamanında özelleştirilse onmilyarlarca dolar gelir sağlayabilecek, devletin dış borçlarının tamamını, iç borçlarının da önemli bir kısmını karşılayabilecek, daha erken tarihlerde daha etkin ve daha kârlı çalışmaya başlayabilecek, sonuçta ekonomiye daha olumlu katkı sağlayabilecek onlarca kuruluş, ya özelleştirme kapsamından çıkarıldıkları ya da çok gecikmeli olarak özelleştirildikleri için piyasa değerleri çok düşmüş, dolayısıyla bu kuruluşlardan elde edilen gelirin kamu borç stokunun azaltılmasına hemen hiçbir katkısı olmamıştır İç ve dış yatırımcılara güven verilemediği için özelleştirme dışında ülkeye gelebilecek dış yatırımlar da bundan olumsuz etkilenmiştir. Salim kafayla özelleştirmemenin, özelleştirememenin ya da özelleştirtmemenin alternatif maliyeti hesaplanabilse bu maliyetin devasa bir maliyet olduğu görülecektir. Bu tür bir hesaplamaya girişeceklere fikir verme bağlamında verilebilecek onlarca örnekten sadece ikisinin (Telekom, Tüpraş) altını çizmekte yarar vardır.
Örneklerden birincisi, Telekom’un özelleştirtilmemesinin hikayesiyle ilgilidir. 1993 başlarında Türkiye'nin toplam dış borçları yaklaşık 26 milyar dolardı. Aynı tarihlerde Telekom’a 33 milyar dolar piyasa değeri biçiliyordu. O tarihlerde yapılacak hızlı bir özelleştirmeyle Türkiye'nin dış borçlarının tamamından kurtulması, iletişim sektörüne rekabet getirmesi, Türk halkına rekabetçi ortamda daha ucuza iletişim hizmetlerinden yararlanabilme imkânı sunması mümkündü. Oysa Türkiye bürokrasinin, kollektivist zihniyetli akademiya ve medyadan da destek alarak direnişi sonucu Telekom’u özelleştirmedi ve bu durum kamuoyuna “devletin malını yabancılara peşkeş çektirmemek” olarak lanse edildi. Telekom’u özelleştirtmemekle kamu menfaatinin gözetildiği ileri sürüldü. Oysa Türk milleti devlet bürokrasisinin, millete rağmen millet menfaatini bu şekilde gözetmesinin bedelini ağır ödedi. Telekom’un özelleştirilmesine engel olunmasının görünmeyen bedelinin, yahut iktisadın terminolojisiyle konuşursak “alternatif maliyeti”nin iki ayağı sözkonusudur.
İlki, aradan geçen on yıllık dönemde dış borçlarımız kabarıp 80 milyar dolara çıkar, dış borç kıskacına giren ülke ABD, AB, IMF ve DB gibi ülke veya kuruluşların baskısıyla iç ve dış politikada manevra kabiliyetini kaybederken, Türk Telekom’un o günkü 33 milyar dolarlık piyasa değerinin on yılda onda birine, 3 milyar dolara düşmesidir. Bugün Telekom özelleştirilmiş olsa devletin kazancı (özelleştirme masraflarının sıfır olacağını varsaysak bile) 3 milyar dolar olacaktır; ki bu miktar yaklaşık 80 milyar dolarlık dış borcun sadece %3.75’ini ödeyebilmektedir. Oysa aynı Telekom’un 1993’teki geliri dış borcun %127’sini ödeyebilecek durumdaydı. Başka bir deyişle 1993’te Telekom’un satılması devlet borçlarının tamamından kurtulmaya olanak tanıyor, üstüne de epey harçlık bırakıyordu, bugün ise boraçların sadece %3.75’lik bölümünden kurtulmayı sağlıyor.
Kaybedilen sadece aradaki 33 milyar dolar ile 3 milyar dolar arasındaki 30 milyar dolar değildir. Türk Telekom’u zamanında özelleştirmemenin ikinci ve belki daha önemli bir alternatif maliyeti ise, Türk halkının dünyanın gelişmiş ülkelerindeki vatandaşlara oranla iletişim hizmetlerini bunca yıldır yaklaşık on kat daha pahalı tüketmesidir. Bir başka deyişle son on yıldır bir vatandaşın Amerika’dan Türkiye’yi dakikası 10 sente ararken bir başka vatandaşın Türkiye’den Amerika’yı ancak 1 dolara, yani on katına aramak zorunda kalması gerçeği, telekomu özelleştirmemenin Türk insanına ödettiği asıl büyük bedeldir. Telekom devlet malı olarak kalmaya devam ettikçe Türkiye'den ABD’yi arayan zavallı bir Türk vatandaşı iletişim hizmetinden ABD’den Türkiye'yi arayan bir vatandaşa kıyasla on kat daha pahalıya yararlanmaya devam edecektir. Nitekim telekomünikasyon tekelinin kaldırılmasının gündeme geldiği bugünlerde, sözkonusu tekelin kaldırılmasıyla birlikte faturalarda %75-80’lik ucuzlamadan sözedilmesi de bu gerçeğe işaret etmektedir. İletişim tekelinin devam etmesinden, dolayısıyla Telekomun özelleştirilmemesinden kazanan birilerinin olduğu kesindir; ancak bu “birileri” iddia edildiğinin aksine Türk milleti değil, Telekom’da marjinal veriminin çok üstünde ücret alanlar ile aynı kuruluşun yönetim kurulundakiler, üst düzey yöneticiler ve bunlarla menfaat ortaklığı bulunanlar olabilir.
Özelleştirme faciasının bir başka örneği Tüpraş’ın özelleştirme hikayesidir. Tüpraş uzun atışma ve tartışmalardan, bu arada değişen hükümetlerden sonra nihayet 2002 sonlarında iktidara gelen ve özelleştirmeye daha sıcak bakan yeni hükümetin çabaları sonucu 2004 yılı ortalarında satılmıştır. Aradan bir ay geçmeden yine sendikalar, medya ve bürokrasinin direnişi neticesinde yargı yoluyla bu satış iptal edilmiş, böylece yıllar süren hazırlık çalışmaları boşa gitmiş, başlanılan noktaya geri dönülmüştür. Bu suretle hem Türkiye’ye yatırım yapmayı planlayan dış yatırımcılar ürkütülmüş, hem 20 yıldan sonra özelleştirmeyi bekleyen öteki kuruluşların özelleştirme süreci sekteye uğratılmış, hem de özel sektörün elinde daha verimli çalışacak bir kuruluşun özelleştirilmesi iptal edilerek verimliliğe giden süreç yavaşlatılmış, petrol sektörüne rekabet getirme girişimlerinin başarıya ulaşma şansı bir başka bahara ertelenmiştir. Bürokrasi bu yolla kamu menfaatini gözettiğini iddia ededursun, Türk milletinin bu tür zaman kayıplarıyla ödemek zorunda kaldığı ve kalacağı fırsat maliyeti, Telekom örneğinde olduğu üzere, büyümeye devam etmektedir.
Özetle Türkiye, iktisat literatürüne katkı yapabilecek ilginçlikte verimsiz, ironik ve başarısız bir özelleştirme deneyimi yaşamıştır. Bu deneyim en iyi “bir özelleştirme faciası” yahut “özelleştirmede başarısızlığın en güzel örneği” olarak nitelendirilebilir. Bunun en önemli nedeni ise bürokrasiye ve yargıya egemen olan, sosyalist-kollektivist düşüncenin temel karakteristiğini oluşturan piyasa karşıtı, katı-devletçi, bireye güvenmeyen, özel sektöre itimadı olmayan, herşeyi merkezden yönlendirmek isteyen zihniyettir. Gerçek piyasa ekonomisine geçişin olmazsa olmaz adımlarından birini oluşturan özelleştirmeye direnmek, süreci engellemek veya yavaşlatmak son tahlilde rant mekanizmalarını ve haksız kazanç kapılarını açık tutmak, verimsizliği ve “bankamatik memurluğu”nu sürdürmek, kaynak israfını ve milletin malını bürokrasiye yağmalatmayı devam ettirmek demektir. Özelleştirmeye direnişin bedelini Türkiye bugüne kadar çok ağır ödemiştir, ödemeye de devam etmektedir.
Gelinen bu noktada yapılması gereken, “zararın neresinden dönülse kârdır” prensibi gereğince, piyasa değerlerinin çok altına da düşmüş olsalar, henüz özelleştirilmeyi bekleyen kuruluşların tümünün bir an önce özelleştirilerek bu sürece bir nokta konmasıdır. Bu amaçla bir yandan özelleştirme yargı engeline takılmayacak biçimde yasal düzenlemeler gözden geçirilmeli, bir yandan da kamuoyunun desteğini sağlayacak bilgilendirici, uyarıcı ve uyandırıcı girişimler yapılmalıdır. Bu bağlamda özelleştirmenin esasen “devlet-millet malının soyulması değil,” aksine devlet-millet malının siyasetçiler ve bürokratlar tarafından soyulup yağmalanmasına artık son verilmesi ve rant dağıtımı mekanizmalarının ilga edilmesi olduğu iyi anlatılmalı, 20 yıldır yılan hikayesine dönen bu süreç bir an önce bitirilmelidir. 1990’ların başında 33 milyar dolar fiyat biçilen Türk Telekomun piyasa değeri bugün 2004 sonlarında 3 milyar dolara, yaklaşık onda birine düşmüştür. Tek başına bu örnek bile özelleştirmede zaman kaybetmenin alternatif maliyetinin ne denli yüksek olduğunu yeterince göstermektedir.
Kaynaklar:
Acar, Mustafa “Öyle Bir Türkiye Düşlüyorum ki…” Karizma, Temmuz-Ağustos-Eylül 2004, Yıl 5, Sayı 19, ss: 91-100.
Aktan, Coşkun Can, (1993) “Kamu Ekonomisinden Piyasa Ekonomisine Özelleştirme,” Ankara: Takav Matbaası.
Altıntaş, M. Berra (1988) “KİT’lerin Özelleştirilmesi ve Özelleştirmenin Sermaye Piyasasına Etkileri”, Ankara: Sermaye Piyasası Yayınları.
Civelek, Uğur (2003) “20 Yıldır Özelleştirmeyi Tartışıyoruz,” İtovizyon, Aralık 2003, S.11, s. 26.
Kafaoğlu, Arslan Başer (1995) “KİT Gerçeği ve Özelleştirme,” İstanbul: Alan Yayıncılık.
Mendekli, E. İnce (2004) “Türkiye’de Özelleştirmenin Dünü, Bugünü ve Geleceği Tartışıldı” İtovizyon Şubat 2004, S. 13, ss: 46-48.
Mızrak, Y. Nihal (2003) “Özelleştirme Uygulamalarına Kaynak Dağılımının Etkinliği Açısından Değerlendirilmesi.” Ekonomik Yorumlar, Nisan 2003, S. 469, s. 55-59.
Özelleştirme İdaresi Başkanlığı (2004), “Türkiye’de Özelleştirme,” Ankara.
Zaman, 20 Ocak 2004, “Özelleştirmenin Önündeki İki Engel: Bürokratlar ve Yargıya Güvensizlik,” sayfa 10.