“Sosyalistler birbirlerinden mutlak surette farklı ve belki de birbirlerine zıt iki şeye birden inanıyorlar: Hürriyet ve teşkilât.” Elie Halévy
Asıl meselemizin tetkikinde daha ileri gitmeden önce, aşmamız icabeden bir engel daha vardır. Kimsenin arzu etmediği bir akıbete doğru gidişimizin başlıca müesebbibi olan bir karışıklığı aydınlatmamız gerekmektedir.
Bu karışıklık sosyalizm mefhumunun ta kendisine taallük etmektedir. Sosyalizm tabiri içtimaî adâlet, müsavat ve emniyetin artırılması gibi, sosyalizmin nihaî gayeleri olan şeyleri ifade etmek için kullanılabilir ve ekseriya sadece bu manada kullanılmaktadır. Fakat bu tabir, aynı zamanda, ekseri sosyalistlerin bu gayelere varmak için tatbik etmeyi düşündükleri hususî metodu da ifade edebilir ve birçok salahiyetli kimseler, ancak bu metotlar sayesinde, gayelere süratle ve tam olarak varılabileceği kanaatindedirler. Bu manada, sosyalizm kelimesi, hususî teşebbüsün, istihsal vasıtaları üzerindeki hususî mülkiyetin ilgası ve kâr temini için çalışan müteşebbisin yerine plânlayıcı bir merkezî organizmanın kaim olacağı bir “plânlı iktisat” sisteminin kurulması demektir.
Sosyalist geçinen, fakat sosyalizm kelimesinin yalnız birinci manasiyle alâkadar olan pek çok kimse vardır. Sosyalizmin bu nihaî gayelerine hararetle inanır, fakat bu gayelere hangi vasıtalarla erişileceğini anlamak istemez ve anlayamazlar. Sadece, bu gayelere ne pahasına olursa olsun varılmak icap ettiğine inanmakla iktifa ederler. Fakat sosyalizmi sadece bir ümit olarak değil, amelî bir siyaset mevzuu olarak görenler için, modern sosyalizmin kullandığı karakteristik metotlar bizzat gayeler kadar mühimdir. Diğer taraftan, sosyalizmin nihaî gayelerine sosyalistlerden daha az bağlı olmayan pek çok kimse, sosyalistlerin teklif ettikleri metotların diğer kıymetleri tehlikelere mâruz bırakmaları yüzünden, bu doktrini desteklemeye razı olamamaktadır. Böylece, sosyalizm üzerindeki münakaşa, gayeler hakkında değil, daha ziyade vasıtalar hakkında bir münakaşa hâline gelmiştir; bununla beraber, sosyalizmin muhtelif gayelerini aynı zamanda gerçekleştirmenin mümkün olup olmadığı meselesi de ayrıca ele alınmaya muhtaçtır.
Bütün bunlar zihinleri karıştırmaya kâfi gelebilirdi. Bu yetmiyormuş gibi, vasıtalara muhalif olanların, umumiyetle, gayeleri hor görmekle itham edilmeleri zihinlerdeki karışıklığı büsbütün artırmıştır. Dahası da var. Sosyalist reformun ilk vasıtası olan “iktisadî plâncılığın” birçok başka gayeler için de kullanılmasının mümkün oluşu, vaziyeti biraz daha karıştırmıştır. Gelirleri, içtima adâlet hakkında cari olan fikirlere uygun olarak tevzi etmek istediğimiz takdirde, iktisadî faaliyeti merkezî bir idareye bağlamamız lâzımdır. Bunun içindir ki, kâr için istihsal yerine “İstihlâk için istihsal”in kaim olmasını isteyenlerin hepsi “plâncılığa” taraftardırlar. Fakat gelirlerin inkisamı bizim adâlet telâkkilerimize tamamiyle zıt bir şekilde tanzim edilmek istenirse, zarurî olarak, yine “plâncılığa” başvurulacaktır. Mümtaz bir ırka, bilfarz Nordiklere, veya muayyen bir parti yahut aristokrasi mensuplarına, dünya nimetlerinden daha fazla hisse ayırmak istediğimiz takdirde de, kullanacağımız metotlar müsavatçı bir inkisama imkân verebilecek metotların aynısı olacaktır.
Sosyalizm kelimesini, gayelerinden ziyade metotlarını ifade etmek için kullanmak ve birçok kimseler için yüksek bir ideâli temsil eden bir terimi muayen bir metoda tahsis etmek, haksız görünebilir. Birçok mütenevvi gayeler için kullanılabilecek olan bu metodları “kolektivizm” tabiriyle ifade etmek ve sosyalizmi bu nev’in bir çeşidi olarak görmek belki daha iyi olacaktır. Bununla beraber, ekseri sosyalistlerin kolektivizmin bir tek şeklini doğru saymalarına rağmen, asla unutmamalıyız ki, sosyalizm kolektivizmin çeşitlerinden biridir ve bu itibarla kolektivizm hakkında söylenecek hakikatler sosyalizme da kabili tatbiktir. Sosyalistlerle liberaller arasındaki münakaşaların hemen hepsi, bütün kolektivizm şekillerinin müştereken kabul ettikleri metodlara mütaalliktir; yoksa sosyalistlerin bu metotları tatbik ederek varmak istedikleri hususî gayelere mütaallik değildir; ve bu eserde tetkik edeceğimiz bütün neticeler - güdülen gayeler ne olursa olsun kolektivizmin metotlarından doğan neticelerdir. Şu noktayı da unutmamak lâzımdır: Sosyalizm sadece kolektivizm veya “plâncılık” çeşitlerinin en önemlisi olmakla kalmaz; birçok liberal düşünceli kimseleri, iktisadî hayatın tekrar nizam altına sokulması hususunda ikna eden de sosyalizm olmuştur; o nizam ki, Adam Smith’in ifadesiyle, hükümetleri “ayakta durmak için zalim ve müstebit olmaya mecbur ettiğinden1” dolayı, liberal düşünceli kimseler tarafından yıkılmıştı.
Plânın gayesi ne olursa olsun bütün “plânlı iktisat” nevilerini “kolektivizm” tabiri içine sokmakla, müşterek bir siyasî terminolojinin yokluğundan doğan güçlükler ortadan kalkmış olmaz. Kolektivizm deyince, muayyen bir inkisam ideâlini gerçekleştirmek için gerekli plâncılığı kastettiğimizi söylersek, bu tabirin manası biraz daha vuzuh kesbeder. Fakat iktisadî hayatı merkezden plânlama fikri, cazibesinin büyük bir kısmını bizzat müphemiyetine borçlu olduğu için, plâncılığın neticelerini münakaşa etmeden önce, manası üzerinde iyice anlaşmak lâzımdır.
“Plâncılık” halk arasında kazandığı rağbeti geniş ölçüde şu vakıaya borçludur; herkes, müşterek meselelerimizin mümkün olduğu kadar rasyonel bir şekilde ele alınmasını ve bunu yaparken mümkün olduğu kadar basiretkâr davranılmasını ister. Bu manada, kendini tamamiyle kadere terk etmeyen herkes plâncıdır, her siyasî faaliyet bir plânlama faaliyetidir (veya öyle olması lâzımdır) ve sadece plânların iyi veya fena, uzak görüşlü ve akıllıca veya kısa görüşlü ve budalaca olması gibi farklar bahis mevzuu olabilir. İnsanların kendi faaliyet plânlarını nasıl yaptıklarını ve nasıl yapabileceklerini incelemeyi meslek edinmiş olan bir iktisatçı, bu umumi manası ile plâncılığa karşı itirazda bulunmayı aklından bile geçirmez. Fakat bugün, bizim ateşli plâncılarımız, kelimeyi bu manada kullanmamaktadırlar. Esasen, servetlerin ve gelirlerin inkisamını muayyen bir modele göre ayarlamak istersek, bu manada plânlar yapmakla iktifa edemeyiz. Modern plâncılara ve bunların tasavvurlarına göre, fertlerin kendi şahsî plânları dairesinde serbestçe faaliyette bulunmalarını sağlamak üzere en rasyonel daimî kadroyu, çerçeveyi çizmek kâfi değildir. Onlara nazaran, bu liberal plân bir plân sayılamaz ve gerçekten bu plân muayyen bir inkisam ideâlini gerçekleştirmek için hazırlanmış bir plân değildir. “Plâncı” ların istediği, muayyen vasıtalarla muayyen bir gayeye varılmak üzere, cemiyetteki kaynakların “şuurlu bir şekilde idare”sine matuf tek bir plân dairesinde, bütün iktisadî faaliyetin bir merkezden idaresidir.
Demek ki, modern plâncılarla hasımları arasındaki münakaşa, zekamızı kullanarak mümkün olan muhtelif cemiyet teşkilâtları arasından birini seçmemiz icap edip etmediği noktasında değildir; mesele, basiret göstermemiz icap edip etmediği ve müşterek faaliyetlerimizin plânını yaparken sistemli bir şekilde düşünmemiz lâzım gelip gelmediği meselesi de değildir. Bu noktada münakaşa yoktur. Münakaşa bu işin yapılması için en iyi yolun hangisi olduğu noktasındadır. Ortaya çıkan mesele şudur: Bu gayeye varmak için, hükümet, fertlerin bilgi ve teşebbüslerine en geniş imkânları sağlayacak şartları hazırlayıp, mümkün olan en iyi plânları yapmak işini bizzat fertlere bırakmakla mı iktifa etmelidir; yoksa kaynaklarımızın rasyonel bir şekilde kullanılması, bütün faaliyetlerimizin, bilinçli olarak hazırlanmış bir proje dahilinde, merkezî bir idare ve teşkilâta bağlanmasını mı icap ettirir?... Bütün partilerin sosyalistleri, plâncılık kelimesinin bu sonuncu tarifini benimsemişlerdir ve bu mânâ bugün umumiyetle kabul edilmiş bulunmaktadır. Bu tefsir şekli, işlerimizi rasyonel bir şekilde yürütmenin yegane çaresinin plâncılık olduğu fikrini telkine çalışmaktadır, fakat tabiatiyle, bu, iddiayı ispata kâfi değildir. İşte plâncılarla liberallerin çarpıştığı nokta burasıdır.
Bu çeşit plâncılığa muhalefet etmekle, dogmatik bir “bırakınız yapsınlar” (laissez faire) taraftarlığı aynı şey değildir; bunların birbirlerinden ehemmiyetle tefrik edilmesi lâzımdır. Liberalizm, insanların ahenkli bir düzen dahilinde gayret safretmelerini sağlayan “rekabet” kuvvetlerinden kabil olduğu kadar iyi bir şekilde istifade edilmesini ister; yoksa her şeyin olduğu gibi bırakılmasını istemez. Liberalizm, ferdî gayretleri sevki idare etmek için en iyi vasıtanın rekabet olduğu kanaatine dayanır. Rekabetin hayırlı bir rol oynayabilmesi için itina ile kurulmuş bir hukukî düzenin lüzumunu inkâr etmek şöyle dursun, bunun lüzumu üzerinde bilhassa ısrar eder; eski ve hâlen mevcut kanunların büyük kusurları olduğunu kabul eder. Keza, rekabetin tesirli olarak işlemesine imkân bulunmayan hâllerde, iktisadî faaliyetin sevki idaresi için başka metotlara başvurmamız lazım geleceğini inkâr etmez. Fakat iktisadî liberalizm, rekabetin yerine, beşerî faaliyetleri düzenlemek hususunda daha verimsiz, daha aşağı olan metotların ikame edilmesine muhaliftir. Liberalizm rekabeti, yalnız –ekseri hallerde- bilinen metotların en verimlisi olduğu için değil, daha ziyade, otoritenin keyfî ve zorlayıcı müdahalesi olmaksızın faaliyetlerimizi yekdiğerine intibak ettirmenin yegane yolu olduğu için, diğer metotlardan üstün sayar. Gerçekten, rekabet lehindeki başlıca delillerden biri de, “şuurlu sosyal murakabe”den sarfınazar etmek imkânını sağlaması ve muayyen bir mesleğin verdiği ümitlerin o mesleğin tazammun ettiği mahzur ve rizikoları karşılamaya kâfi gelip gelmediğine karar vermek hususunda fertlere bir imkân temin etmesidir.
Rekabetin bir içtimaî taazzuv prensibi olarak verimli bir şekilde kullanılması, iktisadî hayata yapılacak bazı tazyik edici müdahale nevilerine manidir; fakat rekabete geniş ölçüde yardımı dokunabilen bazı müdahale nevileri caiz görüldüğü gibi, bazı nevi hükümet faaliyetleri de zarurî telâkki edilir. Fakat liberaller, haklı olarak, bilhassa menfi talepler üzerinde, yeni cebir ve tazyikten kaçınılması icabeden noktalar üzerinde ısrarla durmuşlardır. Her şeyden önce, pazarda, tarafların talip bulabildikleri fiyat üzerinden alışveriş yapmakta hür olmaları ve herkesin, satılması mümkün olan her şeyi istihsal etmek, satmak ve almak hususunda serbest bulunması lâzımdır. Bütün meslekler herkese aynı şartlar altında açık olmalıdır ve herhangi bir topluluğun veya herhangi bir ferdin buna sarih veya zımni bir şekilde zorla mani olmasını kanun yasak etmelidir. Bazı malların fiyat ve miktarlarının murakabesi yolundaki her teşebbüs, rekabeti, ferdî gayretleri verimli bir şekilde düzenlemek iktidarından mahrum bırakır; çünkü bu taktirde fiyat tahavvülleri hâl ve şartlardaki bütün değişiklikleri kaydedemez hâle gelir ve artık ferdî faaliyet için emin bir rehber olmaktan çıkar.
Bununla beraber, bu hüküm, istihsal metotlarını sınırlandırmakla iktifa eden tedbirler hakkında mutlaka varit değildir; fakat bu tahditlerin de, mevcut veya sonradan çıkacak bütün müstahsillere eşit surette tatbik edilmesi ve miktar ve fiyatları kontrol altında tutmak için dolambaçlı bir vasıta olarak kullanılmaması lâzımdır. İstihsal metotlarının kontrolüne mütaallik tedbirler tabiî maliyet fiyatını artırırlar, fakat buna rağmen bazen bu tedbirlerin alınması lâzım gelir. Zehirli maddelerin kullanılmasını menetmek veya bunların kullanılması hususunda hususî ihtiyat tedbirleri almak, çalışma saatlerini sınırlandırmak veya bazı sıhhi tesislerin kurulmasını emretmek, bütün bunlar rekabetin muhafazası ile pekâlâ kabili teliftir. Bu konuda düşünülmesi gereken yegane nokta, elde edilen faydaların bu yüzden yapılan sosyal masraflardan daha büyük olup olmadığı meselesidir. Rekabetin muhafazası geniş bir “içtimaî hizmetler” sistemi ile de pekâlâ bağdaşabilir – yeter ki, bu hizmetler rekabeti işlemez bir hâle getirecek şekilde teşkilâtlandırılmış olmasın.
Geçmişte, tesirli ve verimli bir rekabet sisteminin müspet icaplarından ziyade bu menfi noktalar üzerinde durulmuş olması, izahı kolay olmakla beraber, esef edilecek bir vakıadır. Rekabet mekanizmasının işlemesi yalnız para, pazarlar, istihbarat vasıtaları gibi - ki bunlardan bazılarının hususî teşebbüs tarafından tatminkâr surette temin edilmesi mümkün değildir - birtakım müesseselerin münasip bir şekilde teşkilâtlandırılmasını gerekli kılmakla kalmaz; bu mekanizmanın işlemesi her şeyden önce, rekabeti hem koruyacak, hem de mümkün olduğu kadar faydalı kılacak şekilde düşünülmüş, uygun bir hukukî sistemin mevcudiyetine bağlıdır. Kanunun hususî mülkiyet ve akitlerin serbestliği prensiplerini tanıması asla kâfi değildir; muhtelif eşyaya müteallik mülkiyet hakkının tarifindeki sarahatın da birçok bakımlardan ehemmiyeti vardır. Müessir bir rekabet sisteminin işlemesini sağlayabilecek hukukî müesseselerin sistematik tetkiki, maalesef ihmâl edilmiştir. Bu sahada ciddî noksanlar mevcuttur; bilhassa şirketlere ve ihtira beratlarına mütaallik kanunlar, yalnız rekabetin işlemesini güçleştirmekle kalmamış, birçok sahalarda rekabeti tamamiyle öldürmüştür.
Nihayet bazı sahalar vardır ki, bu sahalarda, rekabet ve hususî mülkiyet sisteminin müessiriyeti için lüzumlu başlıca şartı yaratabilecek hiçbir hukuk kaidesi tasavvur edilemez; bu şart şudur: Malik, mülkiyeti dolayısıyla yaptığı bütün hizmetlerin mukabilinde bir menfaat temin etmeli ve mülkiyet hakkını kullanırken başkalarına ika ettiği zararları ödemelidir. Mukabilinde para ödetilmesi kabil olmayan hizmetler, rekabet yoluyla temin edilemez. Mülkiyetin bazı istimâl şekillerinden dolayı başkalarına ika edilen zarar malike yüklenemediği takdirde de, fiyat sistemi işlemez hâle gelir.
Bütün bu hâllerde, ferdî hesaplara giren unsurlarla, içtimai refaha tesir eden unsurlar arasında bir ayrılık, intibaksızlık vardır; bu ayrılığın ehemmiyet kazandığı hâllerde, bahis mevzuu olan hizmetleri yapabilmek için, herhâlde rekabetten başka bir metot bulmak lâzımdır. Meselâ ne işaret direklerinden, ne de ekseri ahvalde yollardan istifade edenlere her defasında para ödetmek kabil değildir. Bunun gibi, ağaçsızlanmanın, bazı zirai metotların, fabrika duman veya gürültüsünün zararlı neticelerini ne maliklere, ne de bir tazminat mukabilinde bu zararlara katlanmaya razı olanlara hasretmek mümkün değildir. Bu hâllerde, fiyat mekanizmasının yerine geçecek bir şey bulmamız lâzımdır. Şüphesiz, rekabet mekanizmasını işletmek kabil olmayan hâllerde, otoritenin müdahele etmesi icap edecektir; fakat bu, rekabetin, işleyebileceği sahalarda dahi ortadan kaldırılması lâzım geldiğini ispat etmez. Demek ki devletin büyük ve münakaşa götürmez bir faaliyet sahası vardır: Rekabeti mümkün olduğu kadar tesirli kılacak şartları yaratmak, rekabetin tesirli olamayacağı yerlerde onun yerine başka şey ikame etmek, nihayet Adam Smith’in tabiriyle “geniş bir camia için çok büyük faydalar arz etmelerine rağmen, masrafı karşılayacak kadar istifade sağlayamayacakları için, hiçbir ferdin veya hiçbir küçük topluluğun deruhte edemeyeceği mahiyetteki” hizmetleri ifa etmek. Devletin hiçbir şey yapmadan seyirci kalacağı bir sistemi rasyonel olarak müdafaa etmek kabil değildir. Verimli bir rekabet sistemi de diğer herhangi bir sistem kadar akıllıca hazırlanmış ve heran yeni ihtiyaçlara uydurulan bir hukukî nizama muhtaçtır. Rekabet sisteminin iyi bir şekilde işlemesi için önceden gerçekleşmesi lüzumlu şartların en esaslısı olan hile ve dolandırıcılığın (cehaletin istismarı da dahil olmak üzere) önlenmesi meselesi, yasama faaliyetine muazzam bir vazife yüklemektedir ve bu vazife henüz tamamiyle yerine getirilmiş olmaktan çok uzaktır.
Devletler rekabet mekanizmasının iyi bir şekilde işlemesine elverişli bir hukukî nizam kurmak yolunda henüz kâfi derecede mesafe almadan, hemen hemen her tarafta, rekabetin yerine bununla telifi imkânsız başka bir prensip ikame etmeye koyulmuşlardır. Öyle ki, artık rekabet mekanizmasını işletmek ve eksiklerini tamamlamak yolunda değil, rekabeti tamamiyle yok etmek yolunda yürünmeye başlanmıştır. Şu noktayı büyük bir vuzuhla belirtmek lâzımdır: Plâncılık lehindeki modern cereyan, doğrudan doğruya rekabetin kendisine karşı yöneltilmiş bir harekettir; rekabetin bütün eski düşmanlarını bir araya toplayan yeni bir bayraktır. Her çeşit menfaat zümreleri, bugün bu bayrak altında liberal çağın silip süpürdüğü imtiyazları yeniden tesise çalışmaktadırlar, fakat liberal zihniyetli kimselerde rekabet aleyhtarlığını uyandıran ve eski rekabeti kösteklemek için yapılan her teşebbüsün doğurduğu kuvvetli şüpheleri izale eden, plâncılık lehindeki sosyalist propaganda olmuştur.(2) Hakikatte solcu ve sağcı sosyalistlerin birleştiği nokta, rekabete karşı bu müşterek husumetleri ve rekabetin yerine güdümlü bir iktisat ikame etmek hususundaki müşterek arzularıdır. Dünkü cemiyetle yarınki cemiyeti ifade etmek üzere kapitalizm ve sosyalizm kelimelerinin kullanılması âdet olmuştur; fakat bu kelimeler yaşamakta olduğumuz intikal devresinin mahiyetini aydınlatmaktan ziyade gizlemeye yaramaktadırlar.
Bununla beraber, müşahade ettiğimiz bütün değişiklikler iktisadî faaliyetin topyekün merkezden idaresine meyyal olduğu hâlde, rekabete karşı açılan cihanşümul savaş, ilk safhada, birçok bakımlardan daha da fena bir netice, ne liberalleri, ne de plâncıları tatmin edemeyecek bir netice vadetmektedir: Sanayinin, rekabeti az çok ortadan kaldıracak şekilde, bir nevi sendikalist veya “korporatif” teşkilâta bağlanması ve plân yapma işinin her sanayi branşında müstakilen hâkim olan inhisarların eline düşmesi. İnsanların –daha ötesi hakkında pek anlaşmadan- rekabetten nefret etmek hususunda birleşmelerinin ilk ve kaçınılmaz neticesi budur. Birbiri ardından birçok sanayi branşlarında rekabeti yok etmek suretiyle, bu siyaset, iyi teşkilâtlanmış sanayi branşlarında, müstehliki, kapitalist ve işçi inhisarlarının pençesine düşürmektedir. Birçok sanayi branşlarında bu durum esasen epey zamandan beri mevcuttur ve plâncılık yolunda sarfedilen şaşkınca (ekseriya da menfaat saikine dayanan) gayretlerin büyük bir kısmı bu gayeye müteveccihtir; fakat bu hâl herhâlde devam edemez ve rasyonel olarak müdafaa edilemez. Sanayi inhisarları tarafından tatbik edilecek böyle müstakil bir plâncılık, hakikatte plâncıların ileri sürdükleri delillere tamamen zıt neticeler doğuracaktır. Bir kere bu safhaya varılınca, rekabet sistemine dönüşün yegane yolu inhisarları devlet kontrolü altına almaktan ibarettir; bu kontrol de, tesirli olabilmek için, gitgide genişlemek ve teferruata kadar girmek zorunda kalacaktır. İşte hızla yaklaşmakta olduğumuz safha budur. Savaştan biraz önce, haftalık bir gazete “Britanya zimamdarlarının millî inkişafı kontrol altında tutulan inhisarlar vasıtasıyla sağlamak düşüncesine gitgide alıştıklarını gösteren birçok alametler bulunduğunu” (3) tebarüz ettirmişti. O zamanki durum bu teşhisi herhâlde haklı gösteriyordu. Fakat o tarihten beri, bu gidiş harp yüzünden geniş ölçüde hızlanmıştır ve zaman geçtikçe tesir ve tehlikeleri gitgide aşikâr bir hâl alacaktır.
İktisadî faaliyetin tamamiyle merkezî bir idareye bağlanması fikri hâlâ pek çok kimseleri korkutmaktadır: Bu korku, sadece böyle bir işin arzettiği muazzam güçlükten değil; daha ziyade, her şeyin bir tek merkezden idare edilmesi fikrine karşı nefret duyulmasından ileri gelmektedir. Buna rağmen, süratle böyle bir merkezî idare sistemine doğru yaklaşmamızın sebebi, ekseri insanların “zerre hâlindeki” rekabet ile merkezileştirilmiş idare arasında ortalama bir yolun bulunabileceğine inanmakta devam etmeleridir. Gerçekten, bu şekil de görünüşte son derece akla yakındır ve akıllı insanların en fazla hoşuna gidebilecek hâl tarzı, ne tamamiyle ademi merkeziyetçi serbest rekabet, ne de tek bir plân dairesinde topyekün merkeziyetçilik olmayıp, bu iki metodun mahirane bir şekilde mezcedilmesidir. Rekabet, muayyen bir hadde kadar, nizamlanmaya tahammül edebilir; fakat rekabeti öldürmeksizin ve istihsale tesirli bir şekilde rehberlik etmesine mani olmaksızın, rekabet ile plâncılığı istediğimiz ölçüde telif etmemize imkân yoktur. Plâncılık da, küçük dozlarında kullanıldığı takdirde, tam olarak tatbikinden beklenen faydaları husûle getirebilecek bir ilâç değildir. Gerek rekabet, gerekse merkezî idare, tam olmadıkları takdirde gayet fena neticeler verirler, muayyen bir meseleyi hâlletmek için bu iki yoldan birini seçmek lâzımdır; iki usulün birbirine karıştırılması her ikisinin de tesirsiz kalması demektir ve varılacak netice, bunlardan herhangi biriyle iktifa edildiği takdirde elde edilecek neticeden daha kötü olur. Yahut başka bir ifadeyle, plâncılıkla rekabet ancak bir şekilde mezcedilebilir; rekabeti kaldırmak üzere değil, rekabeti gerçekleştirmek üzere plânlar yapmak suretiyle.
Okuyucunun şu noktayı unutmamasına bilhassa ehemmiyet veriyoruz; bizim tenkit ettiğimiz plâncılık, sadece rekabeti kaldırmaya matuf olan, rekabet sisteminin yerine geçmek isteyen plâncılıktır. Bu kitabın hacim ve çerçevesi, rekabet mekanizmasının mümkün olduğu kadar tesirli ve faydalı bir şekilde işlemesi için zarurî olan plâncılıktan bahsetmemize müsait değildir. Fakat umumiyetle “plâncılık” kelimesi, hemen hemen münhasıran rekabet aleyhindeki plâncılığı ifade etmek için kullanıldığından, daha iyi bir kadere lâyık olan mükemmel bir tabiri hasımlarımıza terketmek pahasına da olsa biz de plâncılık tabirini bu manada kullanacağız.
SÖZLÜK
Ahval: Durumlar, hâller, vaziyetler.
Ameli: İşe dayanan, iş üstünde, tatbikî, uygulamalı, pratik.
Bilfarz: Tutalım ki, sayalım ki, söz gelişi, diyelim ki.
Cihanşumul: Evrensel, üniversal.
Deruhte: Üzerine alma, üstlenme.
Ekseriya: Çoğunlukla, çokluk, çoğu kez.
Ekseriya: Çoğunlukla, çokluk, çoğu kez.
Eşitlik: denklik
Hasretmek: Bir şeye ayırmak, tahsis etmek, mahsus kılmak.
İçtimai: Toplumla ilgili, toplumsal, sosyal.
İhtira: Yeni bir şey bulma, türetme.
İka: Yapma, etme.
İktifa: Yetinme; kanma.
İlga: Kaldırma.
İnhisar: Tekel.
İnkisam: Taksim edilme, bölünme
İnkişaf: Gelişme, gelişim.
İnsikam: Taksim edilme, bölünme
İntibak: Çevreye veya bir duruma uyma.
İntibaksızlık: Yaşadığı çevreye veya duruma uymakta güçlük çeken.
İstihlak: Tüketim.
İstihsal: Üretim, üretme
İstimal: Kullanma.
İzal: Yok etme, giderme.
Kaim: Ayakta duran, var olan.
Kesbetmek: Kazanmak, edinmek.
Mahirane: Becerikli, ustalıklı.
Mahiyet: Nitelik, vasıf, öz, asıl, esas, iç yüz.
Mahiyet: Uzlaştırma.
Malik: Sahip, efendi.
Matuf: Yöneltilmiş.
Meyyal: Eğilimli, eğimli.
Muayyen: Belli, belirli; belirlenmiş, kararlaştırılmış.
Mukabil: Bir şeye karşılık olarak yapılan, bir şeyin karşılığı olan.
Murakabe: Denetleme, denetim.
Müessir: Dokunaklı.
Müessiriyet: Etkinlik.
Münhasır: Yalnız, özellikle.
Müphemiyet: Belirsizlik.
Müsavat: Her bakımdan aynı derecede olma, beraberlik, farksızlık.
Müstehlik: Tüketici
Müteallik: İlişkin, ilgili.
Mütenevvi: Türlü, çeşitli.
Nevi: Çeşit, cins, tür.
Saik: Güdü.
Salahiyet: Yetki.
Sarfınazar: Bırakmak.
Sarih: Açık kolay anlaşılır, belli belirgin.
Taazzuv: Uzuv meydana getirme, organlaşma.
Tazammun: Kapsama, içine alma, içerme.
Tebarüz: Belirme, görünme
Tefrik: Ayırma, ayırt etme
Telakki: Anlayış, görüş.
Telif: Uzlaştırma.
Teveccih: Bir yere gitmeye, bir şeyi yapmaya karar veren.
Tevzi: Dağıtma, üleştirme.
Vuzuh: Açık olma durumu, açıklık, aydınlık.
Dipnotlar
(1) 1755’te A. Smith’in yazdığı bir muhtıraya müsteniden, Dugald Stewart tarafından Memoir of Adam Smith adlı eserde zikredilmiştir.
(2) Gerçi son zamanlarda, yapılan tenkitlerin tesiriyle ve plânlı bir cemiyette hürriyetin yok olacağını anlayıp endişeye düşerek, bazı akademik sosyalistler, “rekabetli sosyalizm” adı verilebilecek olan yeni bir sosyalizm çeşidi icad etmişlerdir. Onların umduklarına göre, bu yeni sosyalizm, merkezî plâncılığın doğurduğu güçlük ve tehlikeleri bertaraf edecek ve “hususî mülkiyetin ilgası” ile “ferdi hürriyetin tam olarak muhafazası” gayelerini telif edebilecektir. Bu yeni sosyalizm çeşidi ilmî dergilerde biraz münakaşa edilmiştir. Fakat ameli siyasetçiler tarafından benimsenmesi asla muhtemel değildir. Şayet benimsenecek olursa, bu plânların bir hayale müstenit olduğunu ve tezatlarla dolu bulunduğunu isbat etmek güç olmayacaktır. (Müellif başka bir yazısında bunu göstermeye çalışmıştır. Bk. Economica, 1940). Bütün istihsal kaynaklarını kontrol altına alınca, bunların kimler için ve kimler tarafından kullanılacağını da mutlaka kararlaştırmak icabedecektir. Bundan kaçınmaya imkân yoktur. Bu “rekabetli sosyalizm” nazariyesine göre, merkezî otoritenin plânlaştırma faaliyeti dolambaçlı şekillere bürünecektir; fakat bu da esas itibariyle aynı neticeleri doğuracak ve rekabet unsuru bir komedyadan ibaret kalacaktır.
(3) The Spectator, 3 Mart 1939, s. 337.
* Friedrich August von Hayek, “Ferdiyetçilik ve Kollektivizm”, Kölelik Yolu içinde, Liberte Yayınları, 2004, Çev. Turhan Feyzioğlu - Yıldıray Arsan, s. 61-75.
Kitabın tamamı için Liberte Yayınları