“Hiçbir şey, ticaret ile daima güçbela tanışık ve daima mesleksiz ukalalar tarafından, her çağda para faizi konusunda yapılan yasalar ve kilise kanunları yığınından daha eğlendirici olamaz.” Richard Cantillon, Essai, s. 211.
Haberler pekiyi değil bence. Kredi kartları ve tüketici kredilerine yeni bazı kısıtlamalar getiren düzenlemeler Resmi Gazete’de yayınlandı. Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) tarafından sahiplik edilen bu düzenlemelere göre, kredi kartlarıyla gerçekleştirilecek mal ve hizmet alımları ile nakit çekimlerinde taksit sayısı 9 ayı geçemeyecek. Kuyumculuk ve akaryakıt alımlarında ise taksitlendirme tamamen yasaklanıyor. Yeni düzenlemeye göre, tüketicilere, binek araç edinimi amacıyla kullandırılacak taşıt kredilerinde ve taşıt teminatlı kredilerde veya yapılacak finansal kiralama işlemlerinde, kredi tutarının taşıtın değerine oranı taşıtın nihai fatura değeri 50 bin Türk Lirası ve altında olanlar için %70’i aşamayacak. Bu oran, nihai fatura değeri 50 bin Türk Lirasını aşan binek araçlarda, bedelin 50 bin Türk Lirasına kadar olan kısmı için % 70, 50 bin Türk Lirasının üstünde olan kısım için % 50 olarak uygulanacak. Ayrıca, konut kredileri hariç, tüketici kredilerinin vadesi 36 ayı, taşıt kredileri vadesi de 48 ayı aşamayacak. Eğer bir banka bu sınırları aşan bir kredi tahsisi yaparsa, söz konusu yüzdelik sınırları aşan tutarlar banka öz kaynakları hesaplamasında “sermayeden indirilen değer” olarak, yani doğrudan bir maliyet unsuru olarak banka mali tablolarına yansıtılacak. Azami taksit sayısı beyaz eşyada 12 ay, elektronik ürünlerde 9 ay ile sınırlı olacak.
Yeni düzenlemeler hükümetin Orta Vadeli Programı çerçevesinde hazırlanmış görünüyor. Amaçlanan şey, tüketici kredilerindeki hızlı büyümeyi yavaşlatmak, ve böylelikle ülke tasarruf oranını arttırmak. Son dönemlerde hemen herkes ülke olarak tasarruf oranımızın düşüklüğünden şikâyet etmekte. Ancak bunun asıl nedeni olan, faiz oranlarının baskı altına alınması olgusuna değinen yok. Hemen herkes, faiz oranları ne kadar düşük olursa o kadar iyi, diye düşünüyor. Hatta daha da ileri gidip, faiz oranlarını ekonomik gelişmenin önündeki gereksiz ve yapay bir engel olarak görenler bile var. Faiz oranlarından ve kreditörlerden kadim nefretin farklı kaynakları bizim ülkemizde de aynı popülist argümanları dile getirmekte. Garip bir ittifakla, Keynesyenlerimiz ve İslamcı kökenden gelen siyasetçilerimiz, faiz oranlarının fiyat sisteminin en kötü ve hatta kötücül kısmını oluşturduğunu düşünüyorlar. Tamamen yasaklanmasa bile, faiz oranlarının devlet müdahalesi marifetiyle, reel olarak sıfırlanması gerektiğini savunuyorlar. Sanki bu tür bir piyasaya müdahalenin, ya da herhangi bir devlet müdahalesinin hiçbir alternatif maliyeti yokmuş gibi konuşuyorlar. Müstafi bir bakan da dahil, kimilerine göre de, faiz oranları adeta etrafından dolaşılması gereken bir teferruat. Bir kez “engel” olmaktan çıkartıldığında, adeta memlekette her şey yoluna girecek. Ürkek girişimciler yeni yatırımları başlatacak. Tüketiciler bol ve ucuz kredi ile daha çok tüketip gönenç seviyelerini artıracaklar. Bütün bu kolay kredi süreci “taşı ekmeğe dönüştürecek.”
Hükümet 2010-11’in yüksek büyüme oranlarından sonra, (ne hikmetse!) bu büyüme oranlarını bizzat kendisi sürdürülebilir bulmadı. Ve ekonomiyi tam da Keynesyen iktisadın vaaz ettiği şekilde, faiz oranlarını yükselterek yani para politikası marifetiyle değil, ama artan vergi oranlarıyla yani maliye politikası marifetiyle yavaşlatmaya karar verdi. Şaşırtıcı olmayacak şekilde, politikacı için cazip olan seçenekle de denebilir. Bu esasen hükümetin kendi para politikasının istikrarsızlaştırıcı olduğunu zımnen kabul etmesi idi. 2011’in ardından gelen büyüme oranları % 2-3 civarında seyretti. Şaşırtıcı olmayacak şekilde, hükümet (ve medya ve iş dünyasının bir kısmı) yumuşak inişin ne kadar da başarılı şekilde gerçekleştiğinden dem vurmaya başladı. Halbuki gerçekleşen şey, para politikasının orta ve uzun vadede en iyi ihtimalle tesirsiz oluşunun kanıtıydı. Biz önce % 10’a varan büyüme oranları ile, ne kadar da hızlı büyüyoruz, diye kendimizi kandırdık (kısa vade). Sonra maliye politikasını kullanarak büyüme oranlarını % 3’lere doğru çektik (orta vade). Sonuçta, son beş yıllık süre içinde yapısal/doğal büyüme oranımız olan ortalama % 5 büyümeye ulaştık. Az gittik, uz gittik, son tahlilde bir ülkenin reel, kurumsal faktörlerince belirlenen doğal büyüme oranına vardık. Kısacası, değişen bir şey yoktu. O kadar ki, yüksek büyüme döneminde, bu durumdan mümkün olduğunca politik semere toplayan bir hükümet söylemine, ve düşük büyüme döneminde ise, (tahmin edin) bu durumdan da mümkün olduğunca politik semere toplayan bir hükümet söylemine sahip olduk.
Ekonomimizin son beş yıllık dönemindeki dalgalanma seyrini başlatan şey, herhangi bir parasal dengesizlik sorunumuz, daha tam olarak bir deflasyon riskimiz olmadığı halde, Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nın (TCMB) faiz politika oranlarının aşırı düşük seviyelerde tutulmasıydı. Bu süre boyunca MB’nin faiz politika oranları reel olarak (enflasyonu da dikkate alarak) ekseriyetle sıfır veya negatif bir seviyeyi takip etti. Bütünüyle keyfi bir politika izleyen MB faiz oranlarını baskı altına alarak bir kendini kandırma sürecini başlattı. Fakat 2011 sonu itibariyle, net bir şekilde açığa çıktı ki, mevcut politika enflasyonun % 10’ları, yani politik açıdan kritik bir eşiği aşması ile sonuçlanacaktı. Acı hatıralarla dolu olan enflasyon hafızası henüz silinmemiş bir ülke için önemli ve gerçek bir endişe nedeni. Eğer engellenmezse negatif büyümeye, krize kapı aralayacak bir durum. 2012-13 döneminin hükümetten ve hükümet dışından gelen “yavaşlamalıyız” söylemi bu farkındalığın bir tezahürü oldu.
Başlangıçta, yavaşlamanın maliye politikası araçlarına ek olarak bankacılık sektöründeki destekçisi kredi büyümesine getirilen, sektör geneli için (gayri resmi bir dayatma olarak) geçerli olan % 15’lik bir sınırlama idi. Medyamız, ekonomistlerimiz hemen bu müdahale tipini bağırlarına bastılar. Birden herkes Türkiye için doğru kredi büyüme oranının ne olması gerektiğine dair tartışmaya başladı. “İyi de, bu doğru olduğunu iddia ettiğiniz kredi büyüme oranını ne tür bir bilgiye dayalı olarak öne sürüyorsunuz, piyasa aktörlerinin ya da başka birisinin bilmediği ne tür bir bilgiye sahipsiniz” şeklindeki bir soruyu ise yükselten olmadı. Herkes sadece bu müdahaleyi benimsedi.
Bu konuyla ilgili olarak, bir süre önce bir yayın organına aşağıdaki değerlendirmemi sunmuştum, (bu sefer sadece italik vurguları ekliyorum);
Bu yavaşlama politikasının para politikası ve bankacılık ayağı olarak, faiz oranlarının yükseltilmesi tercih edilmediğinden, azami % 15 kredi genişlemesi sınırı belirlenmiş oldu. Bu durum, yani bir hükümet emir ve dayatması, devletin faiz oranlarını baskı altına almasına, fiyat kontrolü yapmak suretiyle, faiz oranlarının koordine edici kapasitesini ortadan kaldırmasına izin vermemizin doğal bir ikinci adımı ve alternatif maliyetlerinden birisidir. Koşulların gelişimine göre, bunun bir sonraki adımı ise, bu sefer konut kredilerinin kısıtlanması ve dolaylı yoldan hükümetin kredi tahsis işine burnunu sokması olabilir. Ludwig von Mises’in uyardığı gibi, bir hükümet müdahalesi, kendisinden sonra bir müdahale ihtiyacını daha doğurma eğilimini göstermektedir ve bu tecrübe bu eğilime güzel bir örnektir.
Bana göre bir oran olmamalı. Başka bir ifadeyle ben, günümüz bürokratlarının yaptığı gibi, Tanrısal pozlar takınarak bütün bir piyasa için doğru ve geçerli olacak tek bir oran, veya fiyatı bildiğim iddiasında bulunamam. % 15’lik kredi genişlemesi sınırı, bir bankanın bu limiti neredeyse tamamen riskli kredilerle doldurabileceğini ama başka bir bankanın % 20’lik sağlam ve geri dönüşü sorunsuz krediler açabileceğini dikkate almaz. Bu nedenle, böyle bir sınırlama, asıl kâr etmesi gereken, basiretli bankacıyı cezalandırma ve kârını azaltma tesirinde bulunabilir… Bu, piyasa ekonomisinin bünyesinde bir dengeleyici mekanizma bulunmadığı varsayımına dayalıdır, böyle bir uygulama bir merkez bankasını veya düzenleme-denetleme kurumunu merkezi planlama organı olmaya yaklaştıran bir adımdır.
Anlaşılan, değerlendirmemi sunduğum yayın organının bu görüşlerimi yayınlamayı uygun bulmamış olmasına rağmen, biraz haklı çıktım. Şimdi Ankara’da oturan bazı bürokratlar bizim için doğru olan şeyleri bizim adımıza kararlaştırıyorlar. Yapacağımız alış-verişlerin doğru taksit sayısını bizden daha iyi bildiklerini iddia ediyorlar. Kendi para politikalarının sonucu olan tasarruf seviyesi düşüklüğünü, doğrudan emir ve kararnamelerle engellemeye çalışıyorlar. Serbest piyasanın getireceği daha yüksek faiz oranlarının, tüketicileri tasarruf etmeye teşvik edeceğinden habersiz gibiler. Faiz oranlarını yapay olarak düşük tutmanın, mevduat sahiplerinin gelirlerinde ciddi seviyede düşüşe yol açtığı, ve bunun da halkın tasarruf eğiliminde önemli bir zayıflamayı doğurduğu fikrini görmezden geliyorlar. Faiz oranlarının üstüne indirilen balyozun, beklemedikleri yerden bir kroşe yemelerine neden olduğunu görmek istemiyorlar. Veya kendilerinin müdahale yetkileri için bir sınır da adeta yok. Tüketici kredileri fazla mı şişti ve bu tasarrufların azalmasına, harareti artan bir ekonominin cari açığının finansmanındaki risk seviyesinin yükselmesine mi yol açıyor. Çözüm basit, kredi tahsis işine gireriz. Bankacılık yapmadığımız halde, bankacılara işlerini biz öğretiriz. Bazı kredileri teşvik edip, diğerlerini caydırırız. Piyasanın fiyat mekanizmasında oluşabilecek muhtemel tahrifatlar ve müdahalenin ön görülmeyen sonuçları ortaya çıktığında, onları da baskı altına alırız. Ne de olsa, günümüz devletlerinin müdahalesinden azade bir insan faaliyeti alanı yok.
Varsayalım ki, aylık sabit bir gelirle geçinen birisiyim. Gelirimin önemli bir kısmını zaten tasarruf ediyorum. Ve 2.500 TL’ye bir akıllı telefonu aylık 100 TL taksitle 25 ayda ödeyebilecek durumdayım. Hesabımı kitabımı biliyorum. Akıllı telefonun satıcısı da bu anlaşmaya razı. Burada ben neden ve ne hakla engelleniyorum ki? Düzenlemelerin muhtemel zararları bir yana, tesirsiz veya beyhude olduğu durumları da dikkate almalıyız. Örneğin, Arçelik’in toplam beyaz eşya satışları içindeki kredi kartı ile yapılan satışlar yaklaşık % 50 ve bu satışların ortalama vadesi de zaten 12 ayın hayli altında. Bu nedenle, bu düzenlemeler Arçelik gibi firmalar için bir gereksizlikten başka bir anlama gelmiyor.
Faiz oranları müdahale edilmemiş ödünç verilebilir fonlar piyasasında asli bir koordinasyon görevini ifa eder. Faiz oranlarındaki düşüş, bir merkez bankasının manipülasyonunun değil, halkın tasarruf seviyesini artırmasının sonucu olduğunda anlamlıdır. Müdahale edilmemiş piyasada, artan tasarrufların sonucunda oluşan düşük faiz oranları girişimcilere halkın elinde yeni yatırımları destekleyecek ve gelecekteki talebi canlı tutacak reel kaynakların olduğu sinyalini verir. Faiz oranları piyasanın yapay bir kaprisi, veya bir şeytani lobinin halkı soymak için uydurduğu bir fenomen değildir. Sermaye mallarının ortadan kaldırılamaz kıtlığı var olduğu sürece, faiz oranları da var olacaktır. Devlet dediğimiz şeyin, müzmin bütçe açıkları yüzünden, yani kendi müsrifliği, mali sorumsuzluğu yüzünden, ödünç verilebilir fonlar piyasasına girip, adeta bir fil gibi, diğer aktörleri dışlamak suretiyle faiz oranlarını astronomik seviyelere çıkarması, hayal ürünü bir faiz lobisinin değil bizzat kendisinin suçudur.
Politikacıların kendi kabahatlerinin üstünü örtmeleri ve dikkat dağıtmaları için son derece elverişli olan “Faiz Lobisi” bir dizi yanlış düşüncenin hüküm sürmesi gibi bir sonuca da sahip. Bunlardan birisi de şu; Faiz oranlarına müdahale edilmemesini savunan bir iktisatçı günümüzde kolaylıkla faiz lobisi çıkarı için çalıştığı suçlamasına muhatap olabilir. Fakat gerçekte onun söylediği şey, sahte bir refah yaratarak kendinizi kandırmanızın sizin kötülüğünüze olduğudur. O yüksek faiz oranından, ya da düşük faiz oranından yana değildir. Avusturyalı ekonomist Roger Garrison’un ifadesiyle, iktisatçılar “sadece yatırım faaliyetlerinin tasarruf mevcutları ile tutarlı olması hususundakaygılanırlar.”
Tam da burada, faiz oranları konusunda kafası karışık olanlar için bir ihtimal zihin açıcı olabilecek bir diğer Avusturyalı ekonomistten, Murray Rothbard’dan aşağıdaki iktibası yapmanın faydası büyük olabilir. Rothbard çağımızın en yaygın (ve en berbat) iktisadi yanılgılarından birisi “Düşük Faiz Oranı Saplantısı” hakkında şöyle yazar;
… Bu bana II. Dünya Savaşı esnasında Güney Pasifik bölgelerinde yerleşik olan Kargo Tarikatı’nı hatırlatıyor. Oradaki ilkel yerliler gökyüzünden inen ve gıda, giysi, radyo ve diğer malları taşıyan, içinden ABD askerlerini çıkaran büyük demir kuşları gördüler.
Savaştan sonra ABD ordusu bölgeyi terk etti ve o zamana kadar bol miktarda devam eden mal akışı durdu. Bunun üzerine yüksek teknolojili deneysel korelasyon metotlarını kullanan yerliler bu devasa kuşların geri getirilebilmesi durumunda çok istedikleri malların da onlarla birlikte geleceği hükmüne vardılar. Yerliler daha sonra kanatlarını çırpan ve büyük demir kuşları köylerine dönmeye “kandıran” kağıttan kuş modelleri yaptılar.
Aynı şekilde İngilizler, Fransızlar, ve diğer ülkeler 17. Yüzyıl’da Hollandalıların Avrupa’daki açık arayla en zengin ülke olduğunu gördüler. Hollanda’nın zenginliğinin sebebini arayan İngilizler, sebebin Hollandalıların sahip olduğu düşük faiz oranları olduğu hükmüne vardılar. Ancak Hollanda’nın zenginliği için çok sayıda daha makul nedensellik teorileri ileri sürülebilirdi: daha az kontroller, daha serbest piyasa, ve daha düşük vergi oranları.
Düşük faiz oranları bu zenginliğin sebebi değil sadece bir göstergesi idi. Fakat pek çok İngiliz teorisyen, hükümet faaliyetiyle faiz oranlarını aşağıya düşmeye zorlama yoluyla, zenginlik yaratma için gereken sözde nedensellik zincirini bulmuş olmaktan çok mutluydular: Faiz oranlarını ya “doğal” olanın ya da “halkın zaman tercihi” ile belirlenen serbest piyasa oranının altına indirmek… (Rothbard,Ekonomiyi Anlamak, s. 156.)
Fakat gerçek şu ki, bu yöntem ancak ve ancak kağıttan kuş modelleri uçurarak amacına ulaşmaya çalışan Kargo Tarikatı’nın ilkelliğine tekabül eder. Bize ülkedeki her ekonomik sorunun altında faiz lobisinin olduğunu söyleyen, ve esasen yazdıkları köşelerde hemen her gün faiz lobisinden başka bir şeyden de bahsed(e)meyen iktisat cahillerinden, insan tercihlerinin finansal planda baskı altına alınması konusunda bir itiraz yükseltmelerini beklemek, Kargo Tarikatı’ndan ileri bir ekonomik kalkınmayı gerçekleştirmesini beklemek kadar imkansız. Eminim ki, onlar ne bugün ne de yarın bizim sesimizi, piyasanın, yani insanların tercihlerini ve seslerini işitmeyecekler.
Biraz gülünç olanı, kredi faiz oranlarının yüksekliğinden bahsedenlerin ülkedeki ciddi enflasyon oranından neredeyse hiç bahsetmemesi. Yıllık enflasyonun örneğin % 8 olduğu bir yerde bir bankacıdan % 6 ile bir yıl vadeli bir kredi vermesini beklemek, esasen bankacının % 2 zarar etmesini istemektir. Kredi faizlerinden yakınıldığı bir durumda, bu faiz oranlarının içine gömülü enflasyon oranı adeta yokmuş gibi konuşmak bankacılara yapılan bir haksızlık. TCMB’nin eylemleri ortada iken de enflasyondan açgözlü bankacıları, ya da olmayan bir faiz lobisini suçlu tutmak da bir haksızlıktır. MB’nin internet sitesini açtığınızda, “Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nın temel amacı fiyat istikrarını sağlamak ve sürdürmektir” ifadesini görebilirsiniz. Fakat aynı sitenin veriler kısmına girip 2003-2013 döneminde tüketici fiyatları enflasyonunun % 110’dan daha fazla artmış olduğunu da görebilirsiniz. MB’yi kendi amacı ile yargıladığımızda sonuç büyük bir başarısızlıktır. Yıllık % 7-8 bandında hareket eden, ve 10 yıllık bir bazda yaklaşık % 110’luk bir fiyat artış seyrine sahip enflasyonun fiyat istikrarı olduğunu iddia edebilecek olan var mıdır?
23.12.2013 tarihli Dünya gazetesinin ilk sayfası burada ele aldığımız konular açısından son derece manidar üç haberi yan yana vermişti. “Otoya ‘taksit’ sınırı dopingi” başlıklı habere göre, “BDDK’nın araba alımlarında, … , tüketicinin % 30 peşinat ödemesini ve taksit sayısının da 48 ayla sınırlandırılmasını öngören kararı otomotivde talebi öne çekti. Uygulama başlamadan araba almak isteyenlerden kaynaklanan talep pazarı rekora taşıdı. Ocak-Kasım döneminde toplam otomotiv satışları bir önceki yılın aynı dönemine göre % 9,25 artarak 723 bin 660 adet olarak gerçekleşti ve 2012’deki 662 binlik rakamı oldukça geride bıraktı.” Fiyat mekanizmasının önemini bilen bir iktisatçı için şaşırtıcı olmayan bir sonuç. Otomotive yapılan son ÖTV zamlarının da etkisini de hesaba kattığımızda, BDDK’nın 2014 yılının otomotiv sektörü için daha zor geçmesine neden olacağını tahmin edebiliriz. Son ÖTV artışlarıyla birlikte oto satış vergi oranları, sıkı durun, motor hacmi 1600cc’nin altında olan binek araçlarda %40’dan %45’e, 1601cc ve 2000cc motor hacimli binek araçlarda %80’den %90’a, motor hacmi 2000cc üzerinde olan binek araçlarda ise %130’dan %145’e arttırıldı. Akaryakıt üzerindeki vergi yükünü de değerlendirmemize katarsak, devlet bizlere sunduğu son derece kaliteli kamu hizmetlerinin karşılığında(!), adeta koca bir otomotiv sektörünün ortağı olmuş durumda. Bütün bu kredi, taksit sayısı, satış vergisi, akaryakıt vergisi ve diğer regülasyonların boyunduruğunda, bize sunduğu binek aracın fiyatının yarısına işin aslını, tasarımı, üretimi, organizasyonu, araştırma-geliştirmeyi, pazarlamayı üstlenen kapitalistleri ve girişimcileri ise popüler kültürümüzün karalamaya devam etmesi ne acı bir durum.
İkinci haber “BDDK, katılım bankaları için ‘strateji’ hazırlayacak” başlığına sahipti. Kimileri için çok klasik bir argüman olabilir ama, halen yeterince seslendirilmediğini düşündüğüm için, kendimi sormaktan alamıyorum. Madem ki, bu yüksek bürokratlarımız katılım bankacılığı sektörünün bütünü için bir strateji hazırlayacak kadar yetkin, keskin görüşlü, girişimci, ve üstün piyasa bilgisine sahip insanlar, neden istifa edip bu üstünlüklerini piyasada kendileri kullanıma sokmuyorlar. Hem böylece şu anki bürokrat maaşlarından daha fazla kazanmazlar mı?
Ve son haberimiz, tekrar sıkı durun, “Küba’da araba satın alma yasağı kalktı” başlıklı. Ne mutlu, ne kadar da güzel bir haber. Otomobili bireyci yaşam tarzının dayatması olarak gören sosyalistlerin yüreği burkulmuştur eminim, ama onlar adına üzülemeyeceğim. Haberin devamı şöyle, “Küba’da 1959’daki sosyalist devrimden bu yana ilk kez devletin izni olmadan yeni ya da ikinci el oto satın almanın yolu açıldı. Komünist Parti gazetesi Granma, Bakanlar Kurulu’nun düzenlemeyi onayladığını ve ‘yeni motorlu taşıt satın alımlarındaki izin mekanizmasını kaldırıldığını” duyurdu. Uzmanlar bunun büyük bir ekonomik özgürleşme olduğuna işaret ediyor. Küba’da, yasak nedeniyle sosyalist devrim öncesi ithal edilmiş eski model Amerikan arabaları kullanılabiliyordu.” Kim bilir, bunca yıldır bu kadar eski model arabaları kullandıkları için heba edilen akaryakıt nedeniyle, Küba halkının sefaleti ne kadar da büyük bir seviyede ağırlaştırıldı.
Son olarak, sanırım güzel bir önerim var. Bizim bürokratlarımız Küba’nın sosyalist bürokratlarına gayet güzel bir danışmanlık hizmeti sunabilir. Küba öyle pat diye otomotiv sektörünü serbest bırakmamalı. Onlar da arabaların satış fiyatının yarısı kadar satış vergileri salmalı, kredi tutarı ve taksit sayısını belirlemeli, akaryakıt vergilerini yeterince yüksek tutmalı ki Kübalılar özgürlüğün keyfini abartmasınlar. Hatta bizim bürokratlarımızı gerekirse Küba’ya yollamalıyız, yerinde yapacakları değerlendirmelerle, doğru kısıtlama ve yasaklamaların neler olacağına daha başarıyla karar verip, Küba’nın sosyalistlerine yol gösterebilirler.