Hayat Tanrının Bir Lütfüdur
Tanrı bizlere, hayat dediğimiz bedenî, fikrî ve ahlâkî boyutları olan bir armağan bahşetmiştir. Ancak, Tanrı, bize, onu korumak, kollamak, geliştirmek ve mükemmelleştirmek sorumluluğunu da yüklemiş, bunu başarabilmemiz için de bizleri muazzam yeteneklerle donatarak doğal zenginlikler ortamına yerleştirmiştir. Sahip olduğumuz yeteneklerle, doğal kaynaklan işe yarar mallar hâline getirir ve kullanırız. Hayatın, önceden belirlenmiş bir istikamette sürdürülebilmesi için böyle bir süreç zorunludur.
Hayat, çeşitli yetenekler ve üretim –başka bir ifadeyle ferdiyet, özgürlük, mülkiyet–, işte insanı insan yapan şeyler. Politik liderler ne kadar zekî ve becerikli olurlarsa olsunlar, Tanrının bu üç armağanı, insan yapısı yasalar düzeninden önce gelir ve onun üstündedir.
Hayat, özgürlük ve mülkiyet insanlar yasalar yaptığı için var değildir. Aksine, ezelden beri varolan bu unsurların kendisi insanı hukuk yapmaya sevketmiştir.
Hukuk Nedir?
Öyleyse hukuk nedir? Hukuk, bireyin meşru savunma hakkının kollektif organizasyonudur.
Hepimiz, kendi varlık, özgürlük ve mülkiyetimizi korumak gibi tanrısal kaynaklı bir hakkın sahibiyizdir. Bu üç temel unsur, hayatımızın, her birinin varlığı diğer ikisinin varlığına bağlı olan vazgeçilmez şartlarındandır. Yeteneklerimizin, kişiliğimizin gelişmesinden başka ne amacı olabilir ki? Mülkiyet hakkımızın da yeteneklerimizin bir uzantısı olmaktan başka ne amacı olabilir ki?
Eğer herkes, güç kullanarak da olsa, kendi kişiliğini, özgürlüğünü ve mülkiyet hakkını kullanma hakkına sahipse, bir insan grubunun da bu hakları sürekli olarak koruyabilmek için ortak bir güç oluşturmaya ve bu gücü desteklemeye hakları olması gerekir. O hâlde, kollektif bir hakkın varlık ve meşrutiyet nedeni, bireysel bir hakka dayanmış olmasıdır. Kollektif bir hakkı korumaya yönelik bu ortak gücün, yerine geçtiği bireysel gücün temel amacının ötesine geçmemesi de mantık gereğidir. Buna göre, başka birisinin kişilik, özgürlük ve mülkiyet haklarına karşı bireyin güç kullanmasını engelleyen şeyin, ortak gücün kullanılmasını da engellemesi gerekir.
Gücün her iki hâlde de kötüye kullanılması bizim temel kabûlümüze aykırıdır. Sadece kişisel haklarımızı koruyabilmemiz için bize verilmiş bir güç kullanma hakkıyla, kardeşlerimizin aynı haklarını tahribe yönelmemizi meşrulaştırmak mümkün müdür? Başka bir deyişle, tek başına hareket eden bir kimseye başkalarının haklarını yok etme amacını taşımama koşuluyla tanınan güç kullanabilme hakkını, bireysel güçlerin toplamının organizasyonundan başka bir şey olmayan ortak güce tanıdığımız takdirde de aynı prensip gereği sınırlayamaz mıyız?
Bu soruların cevapları olumsuz değilse şu sonuca varırız: Hukuk, doğal bir meşru müdaafa hakkının organizasyonudur. O, ortak bir gücü, bireysel güçlerin yerine geçirme organizasyonudur. Söz konusu ortak gücün amacı, sadece bireysel güçlerin doğal ve meşru olarak yapmaya hakkı olduğu şeyleri yapmakla sınırlanmıştır: Kişilik, özgürlük ve mülkiyet haklarını korumak ve adâletin hepimize hükmetmesini sağlamak.
Âdil ve Dayanıklı Hükümet
Böyle sağlam bir temele dayandırılması hâlinde toplum için hem fikrî hem de fiilî olarak gerekli düzenin oluşabileceği inancındayım. Böyle sağlam bir hukukî zemine oturtmak kaydıyla, bir millet, politik biçimi ne olursa olsun, kabûl edilebilecek, en basit, ekonomik, sınırlı, zulmetmeyen, âdil ve dayanıklı bir hükümete sahip olacaktır.
Böyle bir yönetimde, herkes varlığının tüm imtiyazları kadar, sorumluluklarının da farkına varacaktır. Kendi kişiliğine saygı gösterildiği, emeğini istediği gibi kullanabildiği, emeğinin ürünlerine karşı girişilecek her türlü haksız saldırılara karşı korunabildiği sürece hiçkimse yönetime karşı gelmeyecektir. Bu şartlarda, işlerimizde başarı kazandığımızda, devlete hiçbir minnet borcumuz olamayacağı gibi, don ve dolu afetleri yüzünden tarlasında gerekli verimi elde edememiş bir çiftçi gibi, işlerimizdeki talihsizlikler yüzünden de onu kınamaya hakkımız olamayacaktır. Devlet, ancak böyle bir yönetim anlayışının sağladığı güvenlik hizmeti sayesinde hissedilebilecektir.
Devletin özel işlerimize karışmaması hâlinde, hem ihtiyaçlarımız hem de onları tatmin imkânlarımız mantıkî bir gelişme çizgisi izleyebilecektir, işte, bu mantıkî gelişme sayesindedir ki, ne yoksul insanların yiyecek ekmek bulamadan önce edebiyat öğrenimine talip olduklarına, ne kırsal alanlar aleyhine kentsel alanlarda, ne de kentsel alanlar aleyhine kırsal alanlarda aşırı nüfus sorununa rastlamak mümkün olacaktır. Yasama organının baş döndürücü bir hızda sermaye, emek ve nüfus hareketlerine yol açabilme imkânı da söz konusu olamayacaktır.
Yaşam koşullarımızdaki belirsizlik ve güvensizliğin asıl kaynağı, devlet kararlarının sebep olduğu bu hızlı hareketlerdir. Bu tür müdahaleler, işleri daha karmaşık hâle getirdiği için, devletlere, giderek artan oranda sorumluluklar ve yeni masraflar yüklemektedir.
Hukukun Tümüyle Yozlaştırılması
Maalesef hukuk, kendi özel işlevinin çizdiği çerçevede tutulmak bir yana, temel amacından tamamen ters istikametlere saptırılmış ve hatta kendisini yok etmek için kullanılmıştır. Bu yüzdendir ki hukuk, kendisinden korumasını beklediğimiz adâleti yok etmeye, saygılı olması gereken hakları da sınırlamaya, hatta tahrip etmeye yöneltilmiştir. Hukuk, Kolektif gücü hiçbir risk ve sorumluluk yüklenmeden başkalarının kişilik, özgürlük ve mülkiyet haklarını istismar edenlerin eline terketmiştir. Hukuk, yağmacılığı önleme işlevini yağmalama hakkına dönüştürürken, meşru savunma hakkını da savunma suçu hâline getirmiştir.
Acaba hukuktaki bu temel yozlaşma nasıl gerçekleştirilmiş ve sonuçta nelere mâl olmuştur?
Hukuktaki bozulma birbirinden tamamen farklı iki nedenden ortaya çıkmıştır: Ahmakça bir açgözlülük ve sahte bir hayırseverlik. Önce birincisini ele alalım.
İnsanlığın Vahim Eğilimi
Kendini korumak ve geliştirmek insanlığın ortak arzusudur, insanlar kendi yeteneklerini istedikleri gibi kullanabilme ve emeklerinin ürünlerine özgürce sahip olabilme hakkına kavuştuğu takdirde, sosyal gelişme kesintisiz ve başarılı bir biçimde sürüp gidebilir.
Ancak, halk arasında göze batan başka bir eğilimin altını çizmeliyiz. Bu, insanların becerebildikleri oranda başkalarının aleyhine yaşama ve zenginleşme eğilimidir. Böyle bir teşhisi, acımasız ve kasvetli bir ruh hâlinden kaynaklanan aceleci bir suçlama olarak almamak gerekir. Tarihî kayıtlar bu gerçeğin yeterli şahididirler. Sürekli savaşlar, kitlesel göçler, dinsel baskı ve zulümler, köle ticareti, ticarî ahlâksızlıklar ve tekeller bu konuda anlamlı örneklerdir. Bu vahim eğilimin kaynağı, insanı, sürekli olarak ihtiyaçlarını en az gayret ve zahmetle elde etmeye iten ilkel, evrensel ve bastırılması zor bir içgüdüdür.
Mülkiyet ve Yağma
İnsan, ihtiyaçlarını ancak sürekli olarak çalışarak karşılar ve yaşar. Bunu yaparken sahip olduğu yeteneklerini doğal kaynaklara tatbik eder. Bu süreç mülkiyetin kaynağını oluşturur. Ancak, insanın, başkalarının emeklerinin ürünü olan malları ele geçirip tüketerek de yaşaması mümkündür, işte yağma, soygun sürecinin de kaynağı budur.
Madem ki insanoğlu kendi ihtiyaçlarını giderme konusunda en az zahmete katlanmaya mütemayildir ve çalışmak bir zahmet biçimidir, o hâlde yapacağı en doğal tercih, çalışmaya oranla daha zahmetsiz ve kolay bulduğu yağmalama girişimidir. Tarihin açıkça kanıtladığı gibi ne din ne de ahlâk tek başlarına bu eğilimi durdurabilmişlerdir.
Acaba yağmacılık nasıl durdurulabilir? Bunun yanıtı açıktır: O, ancak, çalışmaktan daha ıstırap verici ve tehlikeli kılındığı zaman durdurulabilir.
İşte hukukun temel amacı, kollektif gücün, soygunu çalışmaya tercih ettiren beşerî eğilimi durdurmak için kullanılmasıdır. Bütün hukukî tedbirler mülkiyeti korumalı yağmayı ise cezalandırmalıdır. Ne var ki, kanunlar, bir insan veya insan grubunun eseridir. Hukuk, müeyyidesiz olarak ve güç kullanılmaksızın hayata geçirilemeyeceğinden gerekli gücü temin etme görevi de kanunları yapan iradeye bırakılacaktır, işte bu olgunun insanoğlunun kalbinde ezelden beri var olan, ihtiyaçlarını en az çabayla karşılama eğilimiyle bir araya gelmesi, hukukun evrensel bozulma sürecinin temel nedenidir. Bu tespitin ışığı altında, adâletsizliği frenleme ve denetleme adına yola çıkan hukukun, kendisinin, sonunda nasıl adâletsizliğin yenilmez silâhı hâline dönüştüğünü anlayabiliriz. Yine bu gerçekçi teşhis sayesinde, hukukun, kanun yapıcı tarafından nasıl halkın geri kalan kısmının bağımsızlığını farklı derecelerde köleliğe dönüştürdüğünü, özgürlüğü zulüm, mülkiyeti ise yağmayla yok ettiğini daha kolay anlayabiliriz. Sözünü ettiğimiz tahribat, kanun yapıcının menfaatine olup, elinde bulundurduğu güçle orantılı olarak yapılmaktadır.
Yasal Yağmanın Kurbanları
İnsanların, kendilerini mağdur eden adâletsizliklere karşı isyan etmesini anlamak güç değildir. Bu yüzden, soygun düzeni, kanunla, kanun yapan lehine organize edildiği için, soyulan sınıfların da, ister barışçı, ister devrimci yöntemlerle olsun kanun yapanlar arasına katılmaya çalıştıkları görülür. Bilinçlenme derecelerine göre, soyulan sınıfların, siyasî gücü elde edebilmek için birbirinden tamamen farklı iki amaca yönelebileceği düşünülebilir: Ya yasal soygunu durdurmak ya da ona ortak olmak.
Yasal soygun kurbanı yığınların ikinciyi tercih etmeleri ve bu amaçla iktidarı ele geçirmeleri hâlinde vay milletin hâline!
Başlangıçta, kanun yapıcılar arasına girme hakkı sınırlı sayıda insana tanındığı için, sadece az sayıda insan, çok sayıda insan üzerinde yasal soygun uygulayabilmiştir. Daha sonra, kanun yapıcılığına soyunan insan sayısındaki artış evrensel bir eğilim hâline gelmiştir. Zamanla insanlar birbirleriyle çatışmaya başlayan menfaatlerini, soygunu genelleştirerek dengelemeye çalışmışlardır. Toplumda rastlanılan adâletsizlikler, kökünden kazınmak bir yana daha da yaygınlaştırılmıştır. Soyulmuş sınıflar da, toplumda güç kazanır kazanmaz, diğer sınıflara karşı soyguna başlamışlar ve son tahlilde kendi çıkarları aleyhine sonuçlanacak olan yasal soygunu genişletmede günahkâr seleflerini hiç aratmamışlardır. Yasallaştırılmış yağmanın eninde sonunda yağmacıların da aleyhine döneceğini bilmek bir bilinçlenme sorunudur. Yasal yağmanın yok edilememesinin nedeni, işte bu bilinç eksikliğidir. Adil bir düzen ortaya çıkıncaya kadar, bazılarının şeytanlığının, bazılarının da idraksizliğinin sonucu olarak, her insan, acımasız bir soyguna boyun eğmek zorunda bırakılmıştır.
Yasal Soygunun Sonuçları
Hukukun soygun aracı hâline dönüştürülmesi insanlık tarihinin şahit olduğu en menfur yozlaşmadır. Sonuçlarının tahlili ciltlerce kitap gerektireceğinden sadece en göze batanlarına değinmekle yetineceğim.
Her şeyden önce böyle bir yozlaşma insanların vicdanlarındaki adâlet ve adâletsizlik ayrımını siler, yok eder. Yasalara, bir noktaya kadar da olsa uyulmadığı takdirde, bir cemiyetin ayakta kalması mümkün değildir. İnsanların yasalara uymasını sağlamanın en emin yolu yasaları saygıdeğer kılmaktır. Hukukla ahlâkın çatışmaya başladığı andan itibaren vatandaşlar ahlâk duygusu ile hukuk saygısı arasından birini feda etmek gibi son derece zalim bir seçimle yüz yüze gelirler. Sonuçları birbirinden farklı olmadığından, bir insan için bu iki çirkin seçenekten birini ötekine tercih etmek son derece zordur.
Hukukun doğal işlevi adâletin korunmasıdır, o kadar ki halkın kafasında adeta hukuk ve adâlet tek ve aynı şeydir. Bu yüzden hepimizde yasaya uygun olan her şeyin aynı zamanda âdil olacağı konusunda güçlü bir kanaat vardır. Yanlış olan bu düşünce nedeniyle, soygun olayı yasal hâle getirilerek insanların vicdanında meşrulaşabilmekte, hatta kutsallaştırılabilmektedir. Kölelik, ticarî kısıtlamalar ve tekelcilik taraftarlarının sadece bunlardan yararlananların arasından değil, aksine mağdur olanların saflarından da çıkması tesadüfî değildir.
Konformist Olmayanların Kaderi
Bu tür kurumların (ticarî kısıtlamalar, tekeller vb.) ahlâkî temelleri üzerine bir kuşku ima etmeye kalkıştığınızda “ne kadar yıkıcı, bozguncu, toplumun temellerini tahrip etmeye çalışan tehlikeli bir ütopyacı ve teorisyen” olduğunuzu anlarsınız!...
Ahlâk ve siyaset bilimi üzerine konferans vermeye kalktığınızda, resmî kuruluşların aleyhinizde hükümete baskı yaptıklarını görürsünüz. Bunlara göre, “bu bilimler, şimdiye kadar olduğu gibi, sadece serbest ticaret, özgürlük, özel mülkiyet ve adâlet bağlamında değil, özellikle Fransız sanayini düzenleyen yasalar ve olgular (özgürlüğe, özel mülkiyete ve adâlete ters düşseler bile) noktai nazarından da öğretilmelidir. Hükümetin bahşettiği öğretim üyeliği konumunu işgal eden profesörler, yürürlükteki yasalara saygıyı asgarî ölçüde de olsa incitebilecek eylemlerden kesinlikle kaçınmak zorundadırlar.(1)
Dolayısıyla, köleliği, tekelciliği, zulüm ve baskıyı ve hangi şekilde olursa olsun yağmacılığı meşrulaştırdığı görülen hiçbir yasa eleştirilmemelidir. Zaten, ilham ettiği saygıya zarar vermeden bir yasanın eleştirilmesi mümkün müdür?... Ahlâk bilimi ve politik iktisat, “bir yasa, yasa olduğu için âdildir” kabûlüne göre oluşmuş bir hukuk sisteminin gereklerine göre öğretilmelidir. Hukuk anlayışındaki bu trajik yozlaşmanın başka bir sonucu da politik ihtiras ve çekişmelere ve genel olarak politikaya abartılı bir önem kazandırmasıdır. Bunu bin yoldan kanıtlayabilirim.
Fakat burada sadece son zamanlarda herkesi meşgul eden evrensel oy hakkını ele alacağım.
Kim Karar Verecek?
Rousseau‘nun kendilerini ilerici olarak gören fakat bana göre yirmi yıl geride olan izleyicileri benimle aynı fikirde olmayacaklardır. Üniversal seçme hakkı, şüphe edilmesi veya eleştirilmesi suç olan kutsanmış dogmalardan değildir. Aslında üniversal oy hakkına ciddî eleştiriler yöneltilmiştir. En başta, üniversal kelimesi bir yanılgı içermektedir. Meselâ, Fransa’da 36 milyon kişi yaşıyor. Oy hakkının üniversal olması için 36 milyon seçmen olmalı. Ancak oy hakkını en fazla genişleten sistem bile sadece 9 milyona seçme hakkı vermektedir. Her dört kişiden üçü bu haktan mahrumdur. Daha kötüsü, üç kişinin dördüncü kişi tarafından dışlanmasıdır. Bu dördüncü kişi dışlama gerekçesi olarak ehliyetsizlik gerekçesini öne sürer.
O hâlde, üniversal oy hakkı demek ehliyetli olanlar için oy hakkı demektir. Ancak geriye bir soru kalır. Kim ehildir? Sadece küçükler, kadınlar, akıl hastaları ve belirli suçları işleyenler mi oy hakkının dışında bırakılacak kimselerdir?
Oy Hakkının Sınırlanmasının Sebebi Nedir?
Meseleye daha yakından göz atıldığında oy hakkının ehliyet esasına dayandırılmasına yol açan asıl sebepleri görebiliriz. Asıl sebep, seçmenin, oy kullananın, bu hakkı sadece kendisi için değil, herkes için kullanmasıdır. Oy hakkını en fazla genişleten sistemle en fazla daraltan sistem bu bakımdan benzerdirler. Sadece ehliyetsizliği neyin oluşturduğu konusunda farklılaşırlar. Bu, bir ilke farklılığı değil, derece farklılığıdır.
Cumhuriyetçilerin iddia ettikleri gibi, seçme hakkı insanın doğuştan bir hakkı ise kadınların ve çocukların bu haktan mahrum edilmeleri büyük bir adâletsizliktir. Bunların seçme haklarını engelleyen şey, bu konuda ehliyetsiz oldukları yargısıdır. Peki, ehliyetsizlik olgusu neden seçme hakkını yok etmektedir? Bunun nedeni, bir yandan seçmenin kullandığı oyun sonuçlarının sadece kendisini değil, içinde yaşadığı toplumun tümünü de ilgilendirmesi, bir yandan da toplumda herkesin varlığını ve servetini doğrudan ilgilendiren eylemlere karşı kendisini savunma haklarına sahip olmasıdır.
(1) İmalatçılar, Tarım ve Ticaret Genel Konseyi, 6 Mayıs, 1850.
* Frederic Bastiat, Hukuk, Liberte Yayınları, 2005, Ankara, s. 17-26.
Kitabın tamamı için Liberte Yayınları