2. İktisadın Ezelî Sorunsalı: Serbest Ticaret mi, Korumacılık mı?
Malların geçmesine izin verilmeyen sınırlardan askerler geçer.
F. Bastiat
Giriş
İktisatta her devirde yandaşları ve karşıtları olan, zamanla canlılığını yitirmeyen, geçmişi çok gerilere gitse de gündemden hiç düşmeyen kadim bazı sorunsallar vardır: müdahaleci devlet-minimal devlet, sağlam para-karşılıksız para, denk bütçe-açık bütçe, ithal ikameci sanayileşme-ihracata yönelik sanayileşme, piyasa-regülasyon gibi. Serbest ticaret-korumacılık sorunsalı da “yılların yıpratamadığı” bu sorunsalların en esaslıları arasında yeralmaktadır.
Serbest ticaret ile korumacılık arasındaki mücadelenin geçmişi modern iktisat tarihi kadar, hatta daha da gerilere götürülebilir. İktisadın felsefeden koparak bir sosyal bilim dalı haline geliş süreci genellikle Adam Smith’in Milletlerin Zenginliği adlı başyapıtının yayınlandığı 1776 tarihiyle başlatılır. Oysa serbest ticaret ve korumacılık tartışmaları daha eskilere, Merkantilist (16.-17. yüzyıl) ve Fizyokrat (18. yüzyıl) görüşlerin yaygın olduğu dönemlere kadar geriye gider. Zaman ilerlese, teknoloji gelişse ve dünya küreselleşme sayesinde küçük bir köye dönüşse de bu tartışma bitmemiş; serbest ticaret-korumacılık çatışması giderek klasikleşen, her devirde yeniden alevlenip gündemdeki yerini koruyan, kısmen biçim değiştirse de özü itibariyle varlığını koruyan bir sorunsala dönüşmüştür. Gerek Avrupa ve Kuzey Amerika gibi gelişmiş dünya, gerekse Asya, Afrika ve Latin Amerika gibi gelişmekte olan dünyada politikacılar, bürokratlar, akademisyenler ve—başta iktisatçılar olmak üzere—sosyal bilimciler bu konudaki tartışmalara katılmaktadırlar. Bir grup insan yerli endüstrileri, iç piyasayı ya da yerli sanayilerde çalışan işgücünü himaye etmek amacıyla korumacılık politikasını savunurken; bir grup da tersine daha yüksek refah, daha kaliteli, daha çeşitli ve daha ucuza mal ve hizmet temini için serbest ticaret politikasını savunmaktadır. Her iki taraf da kendi tercihini meşrulaştırmak üzere, çok sayıda argüman bulabilmektedir. Daha ilginç olan bir şeyse, bir grup politikacının, kendi sicilinde “serbest ticarete karşı” gibi kötü bir şöhret taşımamak için retorik düzeyinde serbest ticaretin erdemlerinden dem vururken, fiilen korumacı politikalar uygulayabilmesidir.
Serbest ticaret-korumacılık tartışmaları AB ile bütünleşme sürecinin görece hızlandığı, Gümrük Birliği’nden kimilerine göre Türkiye’nin kârlı çıktığı ileri sürülürken kimilerince aksine 80-100 milyar dolar gibi devasa miktarlarda zarara uğradığının iddia edildiği, 2005 yılında tekstil kotalarının kalkmasıyla dünya pazarlarına daha güçlü biçimde girecek olan “Çin tehdidi” karşısında başta tekstilciler olmak üzere yerli sektörlerin özel koruma talep ettikleri bir ortamda ülkemizi son derece yakından ilgilendiren, güncel bir tartışmadır. Bu konuda siyasetçiler ve bürokratlar kadar, konuyla ilgisi olan araştırmacılar, öğrenciler ve hattâ sıradan insanların da zihin berraklığına kavuşmalarına yardımcı olacak çalışmalara ihtiyaç vardır.
Bu çerçevede, bu yazı iktisadın adı geçen temel sorunsalını çeşitli boyutlarıyla irdeleyip tartışmaktadır. İzleyen bölümde milli güvenlik, bebek endüstriler, koşulların eşitliği, adil ticaret, ulusal pazar, işsizliğin önlenmesi, işgücü sömürüsü vb. gibi korumacılık lehindeki argümanlara yer verilmektedir. Daha sonra serbest ticaretçi bakış açısıyla bu argümanlar eleştirilmekte ve serbest ticaretin erdemleri dile getirilmektedir. Sonuç bölümünde genel bir değerlendirme yapılarak, serbest ticaret-korumacılık çatışması bağlamında akılda tutmaya değer bazı önermelere yer verilmektedir.
Bitmeyen Kavga: Korumacılık Serbest Ticarete Karşı
Başta belirtildiği gibi korumacılık ve serbest ticaret arasındaki kavga, kökü çok eskilere dayana bir kavgadır. Mesele sadece pratik sorunlarla ve kısa vadeli bireysel çıkarlarla değil, kısmen de insanoğlunun dış dünyaya, insan-insan ve insan-doğa ilişkilerine bakış açısıyla, yani zihniyetle ilgili olduğu için bu tartışmanın kolay kolay bitmesini beklememek gerekir. Aşağıda önce korumacılık lehindeki argümanlar sıralanacak, daha sonra bunlar eleştirilecektir.
1. Korumacılık Lehindeki Görüşler
a. Ulusal güvenlik:
Korumacılık lehine en yaygın kullanılan argümanlardan biri ulusal güvenliktir. Buna göre serbest ticaret ithalatı yaygınlaştırmak suretiyle yabancı mallara, dolayısıyla dışarıya bağımlılık yaratır. İhtiyaç duyduğu ürünleri kendisi üretmek yerine dışardan satın almayı tercih eden bir ülke büyük risk almaktadır; çünkü olağanüstü durumlarda, özellikle de savaş halinde ticaret ortağınızın size mal göndermeyi reddetme olasılığı vardır. Böyle bir durumda ülke çok sıkıntıya düşecektir. Bundan dolayı mümkünse tüm mallarda, ama özellikle “stratejik” önemdeki endüstrilerde korumacılık ve kendine yeterlik esas olmalıdır.
b. Bebek endüstriler argümanı:
Yine oldukça yaygın bir korumacılık argümanı “bebek endüstriler argümanı” veya diğer bir adıyla “genç endüstriler tezi” olarak bilinen görüştür. Buna göre, henüz kuruluş aşamasında bulunan veya gelişmesini henüz tamamlamamış, dolayısıyla dış rekabet karşısında tutunacak gücü olmayan yerli endüstrileri korumak gerekir. Dış rekabet baskısından kurtulan genç endüstriler daha rahat gelişme ve rekabet gücü kazanma imkânına kavuşacaklardır. Aksine bu sektörler gelişmelerinin bu erken aşamalarında korunmazlarsa hiç bir zaman gelişme fırsatı bulamayacaklar, daha bebekken ölmüş olacaklardır.
c. Dampinge karşı koruma:
Dampingin sözcük anlamı “dökmek, boşaltmak, yere indirmek”tir. İktisadi anlamda damping “maliyetinin altında satış” veya “zararına satış” demektir. İddiaya göre bazı firmalar piyasaya girmek, rakiplerini zor duruma düşürmek, piyasayı ele geçirmek gibi amaçlarla maliyetinin altında bir fiyattan mal satmaktadırlar. Veya yine bu kapsamda bazı ülkelerin firmaları dış piyasalarda mallarını iç piyasadakinden daha ucuza vermektedirler. Bu da doğal olarak yerli firmalara karşı haksız rekabet doğurmaktadır. Bu duruma karşı, yerli firmaları koruyucu ve “âdil” fiyat ile fiilen uygulanan fiyat arasındaki farkı giderici bir tedbir olarak “anti-damping vergisi” konmalı, haksız rekabet ortadan kaldırılmalıdır. “Âdil” fiyatın ne olduğu ve nasıl tespit edileceği meselesi ise başlı başına bir yazı konusu olacak kadar karmaşık bir meseledir.
d. Adil ticaret veya “koşulların eşitlenmesi” argümanı:
Korumacılık yanlılarının ileri sürdükleri argümanlardan biri de koşulların eşitliği argümanıdır. Buna göre esas olan serbest ticaret değil, “adil” veya “hakça” ticarettir. Yerli ve yabancı firmaların yüzyüze oldukları üretim ve maliyet koşulları eşit değildir. Doğal nedenler, hükümetlerce sağlanan destekler, teknolojik koşullar, işgücü ve çevre koşulları farklı olduğu için çoğu durumda yabancı firmalar yerli firmalara karşı daha avantajlı bir konumdadırlar. Bu avantajları ortadan kaldıracak düzenlemeler yapılmadan, meşhur deyimiyle oyun sahası “düz” hale getirilmeden serbest ticarete girişmek yerli firmaları haksız rekabete maruz bırakmak demektir. O halde tarifeler, kotalar, sübvansiyonlar veya başka koruma araçlarıyla üretim ve maliyet koşulları eşitlenmeli, rekabet sahası düzleştirilmelidir.
e. Stratejik ticaret politikası:
Buna göre devletler firmalarının bir pazara ilk giren, bir ürünü ilk üreten veya teknolojik üstünlüğü elinde tutan firmalar haline gelmesini temin etmek amacıyla belirli endüstrilere özel koruma sağlayabilirler. AR-GE desteği, sübvansiyonlar, vergi muafiyeti, ucuz finansman desteği vb. yollarla sağlanacak koruma sayesinde hem firmalar belirli sektörlerde üstünlük sağlayıp yüksek kâr elde edecekler, hem de ülkeye prestij kazandıracaklardır.
f. İşsizliğin önlenmesi:
Korumacılık yanlılarına göre yerli endüstrileri dış rekabete karşı korumak işsizliğin önlenmesine katkıda bulunur. İthalatı kısmak ithalata rakip mal üreten endüstrilere olan iç talebi canlandıracak, talebin canlanması siparişleri artıracak, siparişlerdeki artış üretimi uyaracaktır. Üretimi artırmak için de daha fazla işçi çalıştırmak gerektiğinden sonuçta korumacılık sayesinde işsizlik azaltılabilecektir. İşsizlik de bir ülkenin iç makroekonomik dengesini ve toplumsal huzuru sağlamak için çözmesi gereken en önemli ekonomik sorun olduğuna göre, korumacılık ülke ekonomisi için yararlı bir politikadır. Bu bakış açısına göre yerli malı kullanmayıp ithal malı kullanmak, ülke vatandaşlarını işsizliğe mahkûm eden, korumacı zihniyetin daha radikal biçimlerinde ise neredeyse “vatana ihanet” gibi görülen bir tutumdur.
g. Dış ödemeler dengesinin iyileştirilmesi:
Korumacılık politikalarının gerekçelerinden biri de ödemeler bilançosu açıklarının giderilmesidir. İthalatın ihracattan fazla olması dış ticaret açıklarına yolaçar. Dış ticaret dengesi cari işlemler bilançosunun, o da dış ödemeler bilançosunun bir parçasıdır. Ödemeler bilançosu açıkları Merkez Bankası nezdinde tutulan döviz rezervlerinin erimesine ve dış borçlanmaya sebep olur, bunun da ülke ekonomisi ve ülkenin dış saygınlığı açısından istenmeyen sonuçları vardır. Bu nedenle dış açıkların kapatılması, dış ticaret dengesinin sağlanması ve dış rezerv kayıplarının önlenmesi için dış ticarette korumacı önlemlerin alınması, bu bağlamda ithalatın kısıtlanması, hatta sermaye hesabının sıkı kontrol altında tutularak ülkeden dışarıya serbestçe sermaye çıkışına izin verilmemesi gerekir.
h. Ulusal pazar, yerli malı argümanı:
Ulus-devletçi bir perspektiften bakıldığında “ulusal pazar yerli firmaların hakkıdır.” Yabancı firmalar, ulusal firmaların doğal hakkı olan iç piyasaya girmek ve pazarın bir bölümünü ele geçirmekle yerli firmaların hakkına el koymuş olmaktadır. Emperyalist dış güçlerin sömürgeci emellerine hizmet eden çokuluslu şirketlere pazarı açmak, sömürüye davetiye çıkarmak ve ekonomiyi, iyi niyetlerinden kuşku duyulması gereken dış güçlerin etkisine açık, zayıf ve kırılgan bir hale getirmek demektir. Bu nedenle ulusal pazarı yerli firmalara tahsis etmek, tüketicileri yerli malı kullanmaya teşvik etmek, gerekirse gümrük duvarlarını yükselterek ekonomiyi yabancıların rekabetinden korumak gerekir. Tahmin edilebileceği gibi bu argüman daha çok geçmişinde sömürge deneyimi yaşamış, ulusal bağımsızlık mücadelesi vermiş, daha sonra ülkede dış güçlere her düzlemde kuşkuyla bakan otoriter yönetimlerin işbaşına geldiği, ulus-devletçi ve milliyetçi duyguların güçlü olduğu azgelişmiş ülkelerde kabul görmektedir. Ancak iç pazarda yabancı malların daha çok görüldüğü dönemlerde gelişmiş ülkelerde de yerli firmaların kamuoyunu bu yönde başarıyla yönlendirdiği gözlenmektedir. Japon mallarının Amerikan pazarını “istila ettiği” 1970’li ve 1980’li yıllarda Amerika’da görülen yabancı düşmanlığı ve ithal mallara tepki kampanyaları azgelişmiş ülkelerdeki benzerlerini aratmayacak niteliktedir.
i. İşgücü istismarının önlenmesi:
Buna göre serbest ticaret, ülkeleri, karşılaştırmalı üstünlük elde edebilmek veya mevcut üstünlüğü devam ettirebilmek amacıyla işgücünü istismara yöneltmektedir. 15 yaşın altında, henüz oyun oynayarak çocukluk çağını yaşaması ve okula gitmesi gereken küçük yaştaki çocuklar işgücüne katılmakta, düşük ücretle ve ağır çalışma koşulları altında iş yapmaya zorlanmaktadır. Bu durumun önlenmesi için çocuk işçi çalıştıran, çalışma koşullarını Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) standartlarına uydurmayan ülkelerle serbest ticaret yapılmamalı, bu ülkelerden gelecek mallara ambargo, yasak veya kısıtlama uygulanmalıdır. Tahmin edileceği gibi, işgücü sömürüsünün ve çocuk işçi çalıştırmanın önlenmesi argümanı daha çok azgelişmiş ülkelerle yapılan ticaretin ekonomilerine zarar verdiğini düşünen gelişmiş ülkelerde yaygındır.
j. Çevrenin korunması:
Yine daha sıklıkla gelişmiş ülkelerde gözlemlenen bir serbest ticaret karşıtı argüman da çevrenin korunmasıyla ilgilidir. Buna göre gelişmekte olan ülkeler geri teknolojilerle üretim yapmakta ve çevreyi kirletmektedirler. Havaya, karaya ve suya zehirli atıkların bırakılmasıyla hava kirliliği, su kirliliği, çölleşme, doğal hayatın tahrip olması, belirli hayvan türlerinin yokolması gibi sorunlar ortaya çıkmakta, çevre kendini yenileyemez hale gelmektedir. O halde çevreyi kirleten teknolojiler kullanan azgelişmiş ülkelerle serbestçe ticaret yapılmamalı, bu ülkeler temiz teknolojiler kullanmaya zorlanmalıdır.
Korumacılık lehindeki gerekçelerin yukarıda sıralananlara yenilerini eklemek suretiyle belki daha da çoğaltılması mümkündür. Ancak sanırım buraya kadar sıralananlar, korumacı görüşün ne tür argümanlara ve nasıl bir zihniyete yaslandığı konusunda yeterince fikir vermektedir. Şimdi de korumacılık aleyhindeki, dolayısıyla serbest ticaret lehindeki başlıca görüşlerin neler olduğuna yer verilecektir.
2. Korumacılık Aleyhindeki Görüşler
a. Tüketicinin sömürülmesi
Korumacılık aleyhindeki görüşlerin belki de en önde geleni tüketicinin sömürülmesiyle ilgilidir. Buna göre iktisadi faaliyetin esas gayesi insan ihtiyaçlarının giderilmesidir. Dolayısıyla iktisadi etkinliğin merkezine “insan,” iktisadi konumu itibariyle de “tüketici” oturtulmalıdır. Bu çerçevede tüketiciye kaliteli malı ucuza sağlayabilecek ekonomik etkinlikler desteklenmeli, bunun aksine mal çeşidini ve miktarını azaltan, kaliteyi düşüren, fiyatı yükselten etkinlikler caydırılmalıdır. Açıktır ki serbest ticaret birincisini, yani kaliteyi artırıp fiyatı düşürmeyi, korumacılık ise ikincisini, yani kaliteyi düşürüp fiyatı yükseltmeyi teşvik eder.
Dış ticarette korumacılık denince akla gelen iki önemli koruma aracı, ülkelerin sınırlarından mal ve hizmetlerin rahatça içeri girmesini engellemek amacıyla konan tarifeler ve kotalardır. Gümrük sınırında maldan vergi almak anlamına gelen tarifelerle, ithalatı yapılabilecek mal miktarının sınırlanması anlamına gelen kotalar, özü itibariyle birbirine çok benzer iktisadi sonuçlar doğururlar. Her ikisinin de kısa vadedeki sonucu piyasada toplam arzı sınırlandırmak, fiyatları artırmak, dolayısıyla yerli üreticinin kâr marjını yükseltmektir. İlk bakışta bir kısmı görünmeyen orta ve uzun vadeli sonuçları ise, dış rekabetin engellenmesi nedeniyle teknolojiyi iyileştirme arayışının sekteye uğraması, verimliliğin ve kalitenin düşmesi, mal çeşitliliğinin azalmasıdır. Sonuçta tüketiciler çeşidi daha az, kalitesi daha düşük malları daha yüksek fiyatlardan satın almak zorunda kalmaktadırlar (Acar, 2003: 35-36). Bu ise yerli üreticiye tüketicinin sırtından rant aktaran, tüketici refahını olumsuz etkileyen bir durumdur.
b. Kaynak israfı
Korumacılığın bir önemli sonucu da kaynak israfıdır. İthalat sınırlandırıldığı için daha ucuza dışardan temin edilebilecek malları iç piyasada üretmek için görece daha fazla emek, sermaye, zaman ve girişimcinin bu alanlara tahsis edilmesi nedeniyle, başka alanlarda kullanılabilecek değerli kaynaklar bu şekilde israf edilmekte, iktisadi deyimiyle kaynak dağılımında etkinlik bozulmaktadır. Serbest ticaret her ülkeyi görece daha iyi olduğu alanlarda uzmanlaşmaya teşvik etmek suretiyle, her iki ülkenin de kazançlı çıktığı ticaret yapma olanaklarına kavuştururken; korumacılık içe kapanmayı, pahalı üretimi, kaynakları en verimli oldukları alanların dışına kaydırmak suretiyle kaynak israfını, karşılaştırmalı üstünlükler ilkesinden saparak ülkeyi bir bütün olarak yoksul ve geri bırakan bir süreci teşvik etmektedir.
c. Rant kollama
Bu argümana göre korumacılık rant yaratır, rant kollama faaliyetlerini özendirir. Çeşitli gerekçelerle bir kez yerli sanayi dış rekabete karşı korunmaya başlanınca, korumadan yararlanan kişi ve kuruluşlar bu düzenin hiç sona ermemesini, korumanın hep devam etmesini isterler. Bu durumda üretim, altyapı, teknolojinin iyileştirilmesi, AR-GE gibi faaliyetlere harcanabilecek değerli kaynaklar, hükümet yetkililerini, bürokrasiyi ya da karar alıcıları korumacı politikaların devamını sağlamaya ikna etmek için harcanmaktadır. Bu ise kaynakların zaten kıt olduğu gelişmekte olan ülkelerde ciddi boyutlarda kaynak israfına yolaçabilmektedir.
Öte yandan korumacı politika aracı olarak tarifelerin uygulanması halinde ithal mallar üzerine konan vergiler tarife geliri olarak hazineye giderken, kotaların uygulanması halinde, ithalatın (dolayısıyla toplam arzın) daraltılması sonucu yükselen fiyatlardan doğan kota rantı ithalat lisansına sahip yerli şirketlerin cebine gitmektedir. Doğal olarak, ithalat lisansının hangi şirketlere verileceğinin belirlenmesi aşamasında siyasetçiler, bürokratlar ve işadamları arasında birtakım rüşvet ve rant paylaşımı pazarlıklarının cereyan etmesi pek muhtemeldir.
d. Teknolojik gerilik ve rekabet gücünün yitirilmesi
Yukarıda kısmen değinildiği gibi, görünen ve görünmeyen ticaret engelleriyle yerli ekonomi dış dünyadan izole hale getirilince iç piyasa yerli üreticilerin emrine tahsis edilmiş olur. Bu suretle yerli firmalar dış rekabet baskısından uzak, tekelci veya oligopolcü konuma gelip rekabetçi piyasaya kıyasla arzı kısıp fiyatı yükselterek daha yüksek kâr marjlarıyla çalışma olanağına kavuşurlar. Böylesi rekabetten uzak bir ortamda firmaların teknolojiyi geliştirme, malın kalitesini iyileştirme ve fiyatı düşürme gibi öncelikli bir sorunu olmaz. Dış dünyadaki teknolojik yeniliklerin izlenmemesi, yeni teknolojiler üretmek için AR-GE çalışmalarına önem verilmemesi zamanla yerli sanayileri teknolojik olarak geri bırakır, sonuçta uluslararası piyasalarda rekabet gücünün yitirilmesi kaçınılmaz olur. Böylece korumacı politikalar sadece tüketicilerin durumunu kötüleştirmekle kalmaz, aynı zamanda orta ve uzun vadede (iddia edildiğinin aksine) yerli üreticilerin durumunu da olumsuz etkiler. Dolayısıyla, aslında yerli sanayileri teknolojik olarak gelişmeye ve rekabet gücü kazanmaya teşvik etmenin en güzel yolu korumacılık değil, serbest ticarettir.
Bunun en güzel örneği Türk otomotiv sanayisinin son 40 yıldır yaşadığı deneyimdir. 1960’lardan 90’lara kadar ithalat yasakları ve yüksek gümrük duvarlarıyla otomotiv sektörünün korunduğu dönemde Türk halkı Murat 124, Renault 12 ve Anadol marka, kalite ve konfor mahrumu üç otomobil modeline mahkûm olmuştur. 1980’lerin ortalarında koruma oranlarının (kaldırılması değil) aşağı çekilmeye başlanmasıyla daha kaliteli ve konforlu yepyeni otomobil modelleri piyasaya çıkmış; böylelikle tüketiciler gerek yerli, gerekse yabancı marka kaliteli ve konforlu otomobillere binme olanağına kavuşmuşlardır. Daha da önemlisi, daha önceki dönemlerde ihracat sektörleri arasında “esamesi okunmayan” Türk otomotiv sektörü, Gümrük Birliğine (GB) giriş öncesi koparılan yaygaranın tam aksine, GB sonrası dönemde kapısına kilit vurmadığı (ve işçilerini “Bursa sokaklarına dökmediği”!) gibi, 10 milyar dolara yakın ihracat geliriyle 2004 yılında tekstil sektöründen sonra ikinci en büyük ihracatçı sektör haline gelmiştir. Önde gelen otomotiv firmalarının yetkililerinin “GB olayında korktuğumuz başımıza gelmedi, tersine bundan kazançlı çıktık; GB’ye karşı çıkmak hayatımızın hatasıydı” itirafı, korumacılık yanlılarına zaman zaman hatırlatmaya değer önemde, tarihi bir itiraftır.
e. Bebek endüstriler asla büyümezler!
Bebek endüstriler tezinin ilk bakışta haklı bir temeli varmış gibi görünmektedir. Henüz gelişmesini tamamlamamış sektörlerin dış rekabete açılması ve güçlü rakipleri karşısında tutunamayarak iflas etmeleri kaçınılmaz diye düşünmek makul gelebilir. Ancak, yaşanan tarihsel deneyim bebek endüstrilerin asla büyüyemediklerini, dışsal zorlama olmadan kendiliklerinden “artık büyüdüklerini” belirtip “korumaların kaldırılmasını” talep ettiklerinin pek vaki olmadığını göstermektedir. Bunun da insan doğasıyla ilgili anlaşılabilir nedenleri vardır. Birileri bize bedava ekmek verdikleri sürece bundan pek yakınmaz, saadet zincirinin devam etmesini isteriz. Aynı olgu devletten destek ve koruma gören yerli üreticiler için de geçerlidir. Ne var ki, havuza atlamadan yüzme öğrenilememektedir. Dış rekabete karşı dayanıklılık kazanmak, rekabet gücü elde etmek de ancak dış rekabetle yüzleşmek sayesinde mümkün olabilmektedir. Bu noktada hemen Doğu Asya ülkeleri, özellikle Güney Kore örneğiyle itiraz edilebilir. Esasen Güney Kore ve Türkiye’yi korumacı politikalar yönünden karşılaştırmak bu bakımdan öğreticidir.
1950’li yılların başlarında ekonomik göstergeler açısından birbirine yakın, hattâ birçok bakımdan Türkiye’nin daha iyi durumda olmasına karşın yüzyılın sonunda G. Kore dünyanın en önde gelen on ülkesinden biri haline gelmiş; kişi başına gelir, dış ticaret hacmi, ihracat performansı ve kendi markalarıyla dünya pazarlarına girme bakımından Türkiye’yi çok gerilerde bırakmıştır. G. Kore ile Türkiye’nin kalkınma politikaları arasındaki en önemli fark, G. Kore’nin sınırları çizilmiş, süresi ve hedef tarihleri belirli, performans kriterlerine bağlı bir koruma uygularken Türkiye’nin daha açık uçlu, süresi belli olmayan, performans kriterlerinden yoksun, yaptırımlara bağlanmamış bir koruma politikası uygulamasıdır. G. Kore Türkiye’den çok daha erken tarihlerde (1960’larda) dışa açılmış, ithal ikamesinden ihracata dayalı sanayileşmeye daha önce yönelmiş, koruma oranlarını daha erken tarihlerde aşağı çekmiştir. İlginçtir ki Türk sanayilerinde bebeklikten kurtulma ve dünya ile rekabet edebilir düzeye gelme belirtileri tam da korumaların aşağı çekildiği 1980’lerde, özellikle de GB (1996) sonrası dönemde gözle görülür hale gelmiştir. Bu dönemde hem ihracat miktar ve GSYH içindeki payı açısından ciddi artışlar kaydetmiş, hem ihracatın kompozisyonu sanayi ürünleri lehine değişmiş, hem de Türk şirketleri dışa açılmaya başlamıştır.
f. Anti-damping örtülü bir koruma aracıdır
Anti-damping önlemleri de ilk bakışta haklı bir temele dayanıyor görünmekle birlikte, ayrıntılara indikçe ve uygulamada ortaya çıkan deneyime baktıkça bu görüntü muğlaklaşmakta ve yerini anti-damping önlemlerinin fiilen yeni bir koruma aracı olarak kullanıldığı konusunda derin bir kuşkuya bırakmaktadır. Uygulamada dış rekabetin baskısıyla karşılaşan yerli şirketler, yabancı rakiplerinin damping yaptığını ileri sürerek haksız rekabete karşı korunma talebiyle politikacıların ve bürokratların kapısını çalmaktadırlar. Bu noktadan sonra, yabancı firmaların gerçekten damping yapıp yapmadıkları konusunda çoğu kez keyfi, tutarsız, tarafgir yöntemler devreye girmekte ve davaların yüzde doksandan fazlasında “gerçekten de damping yapıldığı” (!) sonucuna varılmaktadır. Bu aslında başka türlü sağlanamayan korumanın anti-damping adı altında sağlanmasından başka bir şey değildir.
g. Ulusal güvenlik argümanı geçersizdir
Yine üstünkörü bir bakışla haklı gerekçelere dayandığı söylenebilecek ulusal güvenlik argümanının günümüz koşullarında geçerliliğinden kuşkulanmak için birçok neden bulunmaktadır. Her şeyden önce, belirli bir malda ithalat yüzünden dışa bağımlı hale geleceğimiz ve savaş koşullarında ortağımızın bize mal satmayı reddetmesi sonucu zor durumda kalacağımız argümanı örtük olarak (malın daima tek bir ülkeden ithal edilmesi, aynı malı temin edebilecek başka ticaret ortaklarının olmaması, bütün dünyanın bize karşı birleşmiş olması, ve nihayet pahalı da olsa aynı malı yurtiçinde üretme olanaklarının tamamen ortadan kalkmış olması gibi) pek de gerçekçi olmayan varsayımlara dayanmaktadır. Daha gerçekçi bir dünya, ne kadar stratejik olursa olsun herhangi bir malın birden fazla ülkeden ithal edilebilme olanağının her zaman bulunduğu, bir ülkeyle ilişkiler bozulsa bile başka bazı ülkelere müracaat edebilmenin daima mümkün olduğu, hattâ gerekirse yurtiçinde üretime yönelmenin bile imkân dahilinde bulunduğu bir dünyadır.
Öte yandan çağımız karşılıklı bağımlılık ve egemenliğin paylaşılması çağıdır. Küreselleşme süreci ulus-devleti zayıflatmış, milli güvenlik ve ulusal egemenlik gibi kavramların içeriğini ve bunlara atfedilen önemi değiştirmiştir. Dünya çapında gelişmekte olan bölgesel bütünleşme projelerinde, özellikle de AB örneğinde olduğu gibi uluslar bugün karşılıklı olarak egemenliklerini paylaşma yoluna gitmektedirler. Sözkonusu olan, bir ülkenin kendi aleyhine tek taraflı olarak egemenliğinden vazgeçmesi değil, siyasi ve iktisadi anlamda belirli kazanımlar uğruna egemenliğin bir kısmından karşılıklı olarak vazgeçilmesidir. Ülkelerin birbirine bu şekilde “bağımlı” hale gelmesi ise devletlerin uluslararası ilişkilerde daha sorumlu hareket etmek zorunda kaldıkları, savaş riskini azaltan bir süreçtir. AB’nin oluşum ve gelişim sürecinde egemenliklerini karşılıklı paylaşan ülkeler arasında bugüne değin bir savaşın çıkmamış olması bunun en güzel kanıtıdır.
Kaldı ki, uydu teknolojisi sayesinde uzaydan dünyanın her santimetre karesinin fotoğrafının çekilebildiği, gelişmiş gözetleme, dinleme ve kayıt cihazlarıyla her türlü hareketin ve haberleşmenin takip edilebildiği bir çağda ulusal egemenlik argümanıyla dış ticarete karşı çıkmak bir anlamda abesle iştigaldir. Esas olan yakın ve uzak komşularla dostluk ve karşılıklı güven temelinde işbirliğine gitmek, karşılıklı ticaret ve yatırımlara yönelmek, böylelikle savaş riskini azaltmaktır. Sınırlardan malların, hizmetlerin, insanların ve fikirlerin geçmesine izin verilen bir dünyada, sınırları askerlerin geçmesi olasılığı düşüktür. Ulusal güvenliği garanti edecek olan karşılıklı güvensizlik ve silahlanma değil, yatırım ve ticarettir. Bu bağlamda örneğin Yunanistan ve Türkiye’nin karşılıklı ticaret ve yatırımlarının arttığı bir dünyada iki ülke arasında çıkması muhtemel bir savaşa ilk karşı çıkacak olan, komşu ülke ile ticaret yapan, o ülkede yatırımları olan yerli tüccar ve işadamlarıdır. Zira bu durumda Yunanistan’ın bombalanmasından Türk işadamları, Türkiye’nin bombalanmasından ise Yunanlı işadamları zarar göreceklerdir. Böyle bir durumda savaş iki ülke insanının menfaatine değildir. Adam Smith ve Bastiat gibi düşünürlerin vurguladığı “menfaatler uyumu” budur. Savaşı insanların menfaatlerine aykırı hale getirebilmek savaşın en büyük panzehiri, ulusal güvenliğin de garantisidir.
h. Ticareti var kılan, “koşullarının eşitsizliği”dir
Korumacılık lehine ileri sürülen en tuhaf argümanlardan biri hiç kuşkusuz “koşulların eşitliği” argümanıdır. Ülkeler arasında yeraltı zenginliklerinin, pazara uzaklığın, iklim koşullarının farklı olması sonucu üretim koşulları ve maliyetlerin farklı olmasının haksız rekabet yarattığını ileri sürmek, mübadele olgusunun mantığını temelinden kavramamış olmaktır. Zira ticareti mümkün kılan zaten üretim ve maliyet koşullarının eşitsizliğidir. Bu konuda son derece etkili bir üslupla zamanında serbest ticaret karşıtlarına karşı mücadele etmiş bir gazeteci ve düşünür olarak Bastiat (1997) özetle şunu söylemektedir: 1) Üretim koşullarını eşitlemek, mübadele olgusuna temelinden saldırmaktır. 2) Daha avantajlı ülkelerden gelecek rekabetin bir ülkedeki iş imkânlarını öldüreceği doğru değildir. 3) Böyle bir şey doğru olsa bile, koruyucu tarifeler üretim koşullarını eşitlemez. 4) Serbest ticaret bu koşulları zaten eşitlenebilecekleri kadar eşitler. 5) Nihayet, mübadeleden en kazançlı çıkacak ülkeler, en dezavantajlı durumdaki ülkelerdir.
Tropikal iklimin bu iklim koşullarının egemen olduğu bölgelerde yeralan ülkeleri bazı ürünlerde avantajlı duruma getirmesinden; yeraltı zenginliklerinin bolca bulunduğu ülkelerin maden ve petrol ürünlerinde öne çıkarmasından; işgücü yönünden zengin ülkelerin emek-yoğun ürünlerde üstünlük sağlamasından; bilgi toplumuna daha erken yönelen ülkelerin bilgiye dayalı ürünlerde üretim ve maliyet avantajına, dolayısıyla karşılaştırmalı üstünlüğe sahip olmasından daha doğal ne olabilir ki? “Adil ticaret,” “hakça rekabet” gibi gerekçelerle ülkeler ve bölgeler arasında “koşulların eşitlenmesini” istemek, örneğin Antalya bölgesinin iklim koşullarının portakal üretiminde (mesela Doğu Anadolu bölgesine göre “haksız rekabet” doğuran) avantajını ortadan kaldırmak için Antalya yöresindeki portakal bahçelerinin soğutucularla donatılmasını istemek gibi son derece saçma, akla mantığa aykırı, irrasyonel bir argümandır. Kısaca, esasen “adil ticaret” argümanı, ticareti en başta vareden temel nedeni ortadan kaldırmaya yönelik başka bir korumacılık talebinden başka bir şey değildir.
Doğal koşulların yarattığı farklılığın değil de, yabancı hükümetlerin kendi ülke firmalarına sağladığı vergi avantajı, teşvik ve sübvansiyonların yerli firmalar aleyhine yarattığı dezavantajların ortadan kaldırılması gerektiği argümanı daha makul bir argümandır. Ancak her ülkedeki hükümetin elindeki bütçe imkanları aynı olmadığından bu alanlarda eşitlik istemek de gerçekçi değildir. Üstelik hükümetlerin yerli firmalara sağladıkları bu tür avantajların havadan yağan parayla değil, vergi mükelleflerinin ve tüketicilerin ceplerinden çekilen paralarla, yani tüketiciden üreticiye bir kaynak transferi sayesinde yapıldığı unutulmamalıdır. Bu konuda yapılabilecek en iyi şey, bütün ülke hükümetlerinin yerli firmalara sağladığı avantajlar ve ayrıcalıklardan hep birlikte vazgeçmelerini sağlamaktır ki, Dünya Ticaret Örgütü’nün çoktaraflı ticaret müzakereleriyle yapmaya çalıştığı şey de özü itibariyle budur.
i. Korumacılık işsizliği önlemez, sadece başka sektörlere kaydırır!
İlk bakışta ithalatı kısıtlamanın yerli endüstrilere talep yaratacağı, dolayısıyla işsizliği azaltacağı düşünülür. Oysa yakından bakıldığında gerek tarife, gerekse kota veya başka biçimlerde ticaret engelleriyle ithalatı sınırlandırarak dış rekabeti engellemenin net istihdam kazancı sağlayıp sağlamayacağı oldukça kuşkuludur. Bunun temel nedeni, ihracat ile ithalatın aslında birbiriyle irtibatlı çift yönlü bir yol olmasıdır.
Sürekli mal alışverişi yaptığınız bir ticaret ortağınıza bir gün “Komşu, bugüne kadar epey alış-verişimiz oldu, eksik olma; velâkin bundan sonra ben senden mal almayı bırakıyorum. Ama lütfen sen düzenini değiştirme, benden aynı şekilde mal almaya devam et” deseniz, alacağınız en doğal insanî tepki “Afedersin komşu, benim alnımda ‘enayi’ mi yazıyor?” şeklinde olacaktır. Devletler arasında da durum bundan pek farklı değildir. Siz başkalarından mal alışverişini keserseniz onlar da sizinle olan alışverişlerini kesmek isteyeceklerdir. Bunun ima ettiği sonuç, ithalatı kısıtlamanın aslında ihracat sektörlerini de olumsuz etkilemesidir. Bu arada, ihracata yönelik mal üretimi çoğu durumda ithal hammadde, aramalı ve yatırım malı gibi girdilere bağlıdır. Bu anlamda ithalatta meydana gelecek bir aksama ihracat endüstrilerinin elini kolunu bağlamak anlamına gelecektir.
İhracat endüstrilerinin gerilemesi ihraç malı üreten işletmelerde küçülme, işten çıkarmalar, dolayısıyla işsizlikte artış demektir. Başlangıçta ithalat kısıtlaması nedeniyle ithalata rakip endüstrilerde meydana gelebilecek bir istihdam artışının ihracat endüstrilerinde bu şekilde bir gerilemeyle ortadan kalkması, sonuçta muhtemelen net bir istihdam kazancına yer bırakmayacaktır. Böylece, aslında ekonomiye bir bütün olarak bakıldığında işsizlik azalmayacak, yalnızca ithalata rakip sektörler ile ihracata dönük sektörler arasında yer değiştirmiş olacaktır. Kısaca ithalatı sınırlandırmanın bir bütün olarak ekonomi düzeyinde istihdamı artıracağı öngörüsünün isabeti oldukça kuşkuludur.
j. Korumacılık orta ve uzun vadede ödemeler bilançosunu iyileştirmez
İthalatı kısıtlamak yoluyla ödemeler bilançosunu (ÖB) iyileştirmeye çalışmak olsa olsa geçici bir önlem olabilir; zira korumacılık sayesinde ÖB’de meydana gelecek iyileşme kalıcı değildir. Önemli olan sanayinin üretim kapasitesi, turizm altyapısı, doğrudan yabancı yatırım çekme yetisi, siyasal ve ekonomik istikrar, kalite ve fiyatta rekabet gücü gibi yapısal faktörlerde iyileşme sağlayarak döviz gelirlerini artırabilmektir. Bu tür yapısal iyileşmelerin yapılmaması durumunda ÖB'de günübirlik düzelmeler kalıcı olmayacak, ihracatın ithal girdilere olan gereksinimi nedeniyle ithalatın daralması ihracatı olumsuz etkileyerek, ülkenin döviz kazanma imkânlarını daha da sınırlandıracaktır.
k. Etki-tepki mekanizması, misilleme ve ticaret savaşları
Korumacılık lehindeki argümanların önemli bir zaafı da bir ülke korumacı tedbirler alırken dış dünyanın buna tepkisiz kalacağını varsaymasıdır. Oysa genellikle ihmal edilen, ama ciddi sonuçlar doğuran gerçek şudur: etki tepkiyi doğurur; bir ülke korumacı tedbirlere yönelirken ticaret ortakları buna seyirci kalmazlar. Bu bağlamda korumacılık korumacılığı kışkırtır; tarifeleri yükseltmek misillemeyi davet eder. Bu şekilde başlayacak bir ticaret savaşı karşılıklı restleşmeler, yeni tarifeler, kotalar, görünmez engellerle devam edecek, sonuçta her iki taraf da ihtiyacı olan malları daha pahalı temin edebilir hale gelecek, ticaret hacmi daralacak, uluslararası ilişkilerdeki barış ve güven ortamı da yerini kuşku ve güvensizliğe bırakacaktır. Ülkeler arasında güvensizlik ve gergin ilişkiler savunma harcamalarının artırılmasını, ekonomik kalkınmaya harcanabilecek kıt kaynakların ölüm makinalarına harcanmasını, kin ve düşmanlık tohumlarının yeşermesini, savaş tamtamlarının ortalığı kaplamasını teşvik eden bir ortam yaratacaktır. Bu anlamıyla serbest ticaret, savaşın ve düşmanlığın panzehiridir.
l. Refah kaybı
Buraya kadar bütün bu söylenenlerin bir sonucu olarak denebilir ki, korumacılık ülke refahını olumsuz etkileyen bir politikadır. Tüketici refahını olumsuz etkiler çünkü korumacılık sonucu tüketici çeşidi az, miktarı sınırlı ve kalitesi düşük malları daha yüksek fiyatlarla satınalmak zorunda kalır. Tüketim olanaklarının sınırlanması ve maliyetinin yükselmesi net refah kaybı demektir. Korumacılık aynı zamanda üretici refahını da olumsuz etkiler, çünkü korumacılık politikaları sonucu kaynaklar en verimli oldukları alanlarda değil, korumaya alınmış sektörlerde istihdam edilir. Hem kaynakların yanlış alanlarda çalıştırılarak israf edilmesi, hem de rekabet eksikliğinin yolaçtığı teknolojik gerilik ve rekabet gücü kaybı, aksi durumda daha gelişmiş teknoloji ve daha yüksek rekabet gücüne sahip olabilecek üreticinin refahında net kayıp demektir. Ayrıca koruma ve desteklemenin maliyetini kim öder, değirmenin suyu nereden gelir konusu da ihmal edilmemesi gereken bir konudur. Bir sektörün korunması ve büyütülmesi, başka sektörlerin daraltılması veya zor duruma düşürülmesi pahasına olur; zira havadan kaynak yağmayacağına göre, korunan sekörlere aktarılan kaynaklar bir yerlerden bulunmak zorundadır. Bu da öteki sektörlerden kısılacak kaynaklar, vergi mükelleflerinden yapılacak ekstra kesintiler demektir.
m. Düşük ücret, işçi sömürüsü müdür?
Bu argüman daha çok azgelişmiş ülkelerle serbest ticaret yapılması sonucu ücretlerin olumsuz etkilenmesinden rahatsızlık duyan gelişmiş ülkelerin işçi sendikaları ve bunların baskısı altındaki siyasetçiler tarafından dile getirilir. Amaç aslında evrensel bir “emeğin hakkını korumak” ya da “işgücünü insanlık dışı çalışma koşullarından kurtarmak”tan çok, kendi menfaatleriyle ilgilidir. Bu bağlamda meselenin daha iyi anlaşılmasını sağlamak için önemli birkaç sorunun cevaplanması gerekir.
Bunlardan birincisi “Düşük ücret mi, kime göre?” sorusudur. Sahip oldukları koşullar dikkate alındığında ABD’li işçi için “düşük” olan ücret örneğin Endonezya’lı işçi için hiç de düşük olmayabilir. İkincisi, düşük ücretle sömürüldüğü iddia edilen işçinin mevcut olana kıyasla önünde daha iyi bir alternatifinin olup olmadığıdır. Hiçbir aklı başında insan yanıbaşında daha yüksek ücret alma imkânı varken düşük ücrete talim etmeyeceğine göre, “düşük” ücrete razı olmasının belirleyici nedeni elinde daha iyi bir alternatifin bulunmamasıdır. Üçüncüsü, temel iktisat yasalarına göre son tahlilde reel ücretleri belirleyen şey, verimliliktir. Bu bakımdan bir kıyaslama yapıldığında gelişmiş ülkelerde işgücü veriminin azgelişmiş ülkelere göre çok daha yüksek olduğu görülecektir. Dördüncüsü nominal ücretler üzerinden yapılacak bir karşılaştırma her zaman yanıltıcıdır; zira önemli olan nominal ücretin sağladığı alım gücüdür. Bunun için de ülkeler arasındaki fiyat farklılıklarına bakmak gerekir. Gelişmiş ülkelerde çoğu kez mal ve hizmetler daha pahalıdır. Dolayısıyla aynı mal ve hizmet sepetinin azgelişmiş ülkelerde gelişmiş ülkelerden daha az paraya satın alınabilmesi sözkonusudur. Nihayet bir diğer faktör, işgücünün göreli bolluğudur. İktisadın temel yasası olan arz-talep yasasına göre arzı bol olan faktörün fiyatı görece ucuz olur. Buna göre işgücünün görece bol olduğu gelişmekte olan ülkelerde işgücü fiyatının da ucuz olması doğaldır. Dolayısıyla Çin gibi, Endonezya gibi işgücünün bol olduğu ülkelerde ücretlerin düşük olmasında şaşılacak bir yan yoktur.
Bütün bu faktörler dikkate alındığında, azgelişmiş ülkelerdeki gerek yerli firmaların, gerekse çokuluslu şirketlerin çalıştırdıkları işçilere ödedikleri ücretler gelişmiş ülke standartlarına göre düşük olabilir. Ancak işgücü verimliliği, ülkeler arasındaki fiyat farklılıkları, işgücünün göreli bolluğu ve elde daha iyi bir alternatifin bulunup bulunmadığı gibi faktörler gözönüne alınarak yeniden hesaplama yapıldığında gelişmiş ülkeler ile azgelişmiş ülkeler arasındaki nominal ücret farkının reel olarak hiç de sanıldığı kadar büyük olmadığı ortaya çıkar. Bu anlamda ABD için “düşük” olan ücret, örneğin bir Çin, Endonezya, Bangladeş veya Türkiye için düşük ücret değildir. O halde gelişmiş ülke sendikalarının ve politikacılarının 3. dünya ülkelerinde işgücü istismarına karşı çıkıyor görünerek serbest ticarete karşı çıkmalarının altında yatan temel kaygı, emek sömürüsünün önlenmesi gibi kulağa hoş gelen insani kaygılardan çok, bizzat kendi işçilerinin çıkarlarını korumaktır.
n. Çevrenin korunması:
Yine gelişmiş ülkelerdeki çevreci grupların, zaman zaman da siyasetçilerin azgelişmiş ülkelerle serbest ticarete karşı çıkarken öne sürdükleri bu argüman da tartışmaya açıktır. İlke olarak hiç kimsenin normal şartlarda çevrenin kirletilmesini savunması beklenemez. Ancak iktisadi hayatın gerçekleri daha ince düşünmemiz gerektiğini hatırlatmaktadır. Bu çerçevede altı çizilmesi gereken iki önemli nokta vardır.
Birincisi bugün atmosfere en fazla zehirli gaz bırakanlar gelişmiş ülkelerdir; bunlar arasında Kyoto protokolüne uymamak için kılı kırk yaranlar vardır. İkincisi, çevre duyarlılığının önemli ölçüde zenginlikle ilişkili olduğudur. Bu bağlamda örneğin sanayileşme sürecinin başlarında, 18. ve 19. yüzyıl İngiltere’sinde büyük şehirlerin, yine 20. yüzyıl başlarında ABD’de Mississippi ve Wabash vadilerinin bugünkünden çok daha kirli durumda olduklarını hatırlamak gerekir.
Çevre bilinci, temiz havaya öncelik verilmesi ve bu amaçla çevrenin korunmasına kaynak aktarılması zenginleşme süreciyle beraber yürüyen bir olgudur. Azgelişmiş ülkeler gelişip zenginleştikçe, servetlerini artırdıkça, hayatta karın doyurmaktan başka da yapılması gereken işler ve korunması gereken değerler olduğunun farkına varacak, dolayısıyla kimsenin kendilerini zorlamasına gerek kalmadan çevreyle daha yakından ilgilenmeye başlayacaklardır. Bir kısım Amerikalıların, rüzgarların sürüklemesiyle Meksika’dan gelen toz bulutlarının Kaliforniya’nın havasını kirlettiğini ileri sürerek Meksika’yı cezalandırmak gerektiğini iddia etmeleri ilginçtir. Meksikalıların hava kirletmekten zevk alan sado-mazoşist insanlar olduklarını sanmıyorum. Elde yeterli imkân olsa onlar da herkalde daha temiz teknolojiler kullanıp havayı daha az kirletmek isteyeceklerdir. Bu çerçevede, “Nimeti isteyen bedelini de öder” şeklindeki iktisadi ilkeden hareketle, Meksika’ya ceza iseyen Amerikalılara verilebilecek en uygun cevap, herhalde, “temiz havayı en çok kim istiyorsa bedelini de o ödesin” demek olabilir.
3. Serbest Ticaretin Erdemleri
Önceki bölümde korumacılık lehindeki argümanlar eleştirilirken aslında doğal olarak serbest ticaretin üstünlüklerinden sözedilmiş oldu. Dolayısıyla aynı argümanlar burada tekrar edilmeyecek, yalnızca ortaya çıkan ana fikirlerin altı çizilecektir.
Serbest ticaretin ilk göze çarpan erdemi, ister Allah vergisi yeraltı kaynakları ve iklim gibi doğal zenginlikleri, isterse çok çalışma, bilinçli yatırım ve hedefi net bir şekilde belirlenmiş politikalarla sonradan kazanılmış olsun, ülkelere karşılaştırmalı üstünlükler temelinde uzmanlaşma ve gelişme şansı vermesidir. Bu suretle ülkeler karşılaştırmalı olarak daha üstün oldukları, daha ucuza maledebildikleri ürünlerde uzmanlaşıp bunları ihraç etmek; buna karşılık görece dezavantajlı oldukları ürünleri de onları daha ucuza üreten başka ülkelerden satınalmak suretiyle ticaretten kazanç sağlamaktadır.
Karşılaştırmalı üstünlük ilkesine göre uzmanlaşıp ticaret yapmanın doğal bir sonucu da israfın önlenmesi ve etkin kaynak tahsisinin sağlanmasıdır. Bu suretle kaynaklar en verimli oldukları alanlarda istihdam imkânı bulmakta, belirli sektörler başka sektörleri olumsuz etkileme pahasına yapay biçimde ayakta tutulmaya çalışılmamaktadır. Üretim faktörlerine, üretime yaptıkları katkı oranında pay vermeyi hedefleyen bir sistem için bu durum aynı zamanda gelirin âdil dağılımına imkân verecektir. Başka bir deyişle bir sektörde faktörlerin verimlerinin çok üstünde, başka bir sektörde ise çok altında gelir elde etmesi gibi çarpık durumlar enaza indirilebilecektir.
Serbest ticaretin başka bir erdemi korumacı sistemin kaçınılmaz biçimde yolaçtığı rant yaratma, adam veya sektör kayırma, rüşvet ve yolsuzluk gibi bir yandan gayri ahlâki, bir yandan da kaynak israfına yol açan sorunlara geçit vermemesi, rant kollamanın önlenmesidir. Korumanın alternatif maliyeti çoğu kez ağırdır. Desteklenen her sektör, kendisine sırt dönülen, kendi sırtından başka sektörlere kaynak transferi yapılan başka bir sektör demektir. Serbest ticaret, suyun baş aşağı akması gibi “eşyanın tabiatına uygun” bir durumdur. Buna karşılık korumacılık suyun önüne set çekmek gibi yapay, eşyanın doğasına aykırı bir durumu temsil eder. Gümrüklere duvar ördüğünüz anda orada rant biriktirme şansı başlar. Dış ticaretin daha yüksek korumaya tabi olduğu dönemlerde en büyük yolsuzluk olaylarının gümrüklerde yaşanmış olması boşuna değildir. Benzer şekilde kota uygulamaya kalkılsa, ithalat lisanslarının kimlere tahsis edileceğine; belirli sektörlere koruma sağlanacak olsa listeye hangi sektörlerin gireceğine; korumaların hangi konularda ve ne oranlarda olacağına, belirli bir süre sonra bunların devam ettirilip ettirilmeyeceğine ilişkin her aşamada pazarlıklar, lobiler, rant kollama faaliyetleri, rüşvet teklifleri,… kısaca uygunsuz ve kanunsuz eylemler gündeme gelecektir.
Serbest ticaret, sektörlerin rekabet gücü kazanmaları, teknolojilerini yenilemeleri, kalite ve fiyatta yarışabilir hale gelmeleri açısından da korumacı politikalara göre daha tercihe değerdir.
Nihayet iktisadi faaliyetin nihai hedefi tüketiciyi tatmin, insan gereksinimlerinin daha çeşitli, daha kaliteli ve daha ucuza karşılanması ise, dolayısıyla refahı artırmak bizim için önemli bir şeyse serbest ticaret korumacılığa tercih edilmesi gereken bir politikadır. Üreticiler açısından da durum farklı değildir. Üretim ve mübadelenin amacı kâr etmek, kaynak yaratmak, büyümek ve sektörün en iyisi olmaksa, bu hedefe serbest ticaret ortamında daha iyi yürünebilir.
Sonuç
Serbest ticaretin yukarıda üzerinde pek durulmamış, ama uzun vadeli sonuçları açısından belki de en önemli yararı, statik bir dünyaya karşı dinamik bir dünyaya kapı aralaması; hayal gücü geniş, yaratıcı beyinlerin yetişmesine fırsat tanımasıdır. Korumacılık ise bunun aksine daralan teknolojik imkânlar, yapay olarak cazip tutulan ama geleceği olmayan bazı iş alanları yüzünden insanların seçeneklerinin ve hayal dünyalarının sınırlanması, sonuçta daha statik bir dünyaya, hayal gücü sınırlı, bulduğuyla yetinen ve yeni serüvenlere girmeyi asla göze alamayan bireylerin yaşadığı bir topluma bizi mahkum kılar. Çeşitli destek programlarıyla tarım sektörünün küçülmesine izin verilmeyen bir dünyada yıllık 35-40 gün çalışıp devlet desteğiyle geçinmek mümkün olacak, çiftçi çocukları için üniversiteye gitmek hiçbir zaman öncelikli hedef haline gelmeyecek, sonuçta nüfusunun yarıya yakını tarımla uğraşan, gizli işsizliğin yüksek olduğu, tarımsal desteğin kamu finansmanı üzerinde ciddi bir yük oluşturduğu, sanayileşme yarışında yaya kalmış bir Türkiye görüntüsünü değiştirmek kolay olmayacaktır. Geleceği olmayan sektörlerin zorla yaşatılmaya çalışılması, karşılaştırmalı üstünlüğe sahip olunmayan alanlara kaynak aktarılmasının alternatif maliyeti daha yaratıcı, daha yenilikçi, yaşama şansı daha fazla olan sektörleri doğmadan öldürmek demektir. Tarım sektörünün küçülmesine izin vermeden, “Çin tehdidi” konusunda bazı tekstilcilerimizin zarar edip sektörü terketmelerini göze almadan; katma değeri yüksek, bilgi yoğun ince teknoloji ürünlerine yönelen, yeni karşılaştırmalı üstünlük alanları keşfeden, tarım sektörü sürdürülebilir bir destekle yaşayabilir hale gelen bir Türkiye yaratmanın olanağı yoktur.
Anlaşılacağı üzere serbest ticaret risklerden arınmış bir dünya değildir; tersine devlet tarafından korunup kollamaya mazhar olamamış sektörlerde geleceğin belirsizliği, talepte kaymalar, yeni teknolojik gelişmeler, beklenmedik faktörler gibi nedenlerle talep yetersizliği, finansman sıkıntısı, iflas veya işini kaybetme tehlikesi her zaman vardır. Ancak risk ve belirsizlik, başaramama tehlikesi, düştüğü yerden kalkıp yoluna devam etme veya kendine yeni bir yol çizme çabasıyla dolu bir dünya daha anlamlı bir dünyadır; hayat böyle bir dünyada ancak bizi olgunlaştıran, büyüten ve kemale erdiren bir süreç olabilir. Siyasetin sistem gardiyanlarının, ekonominin rant dağıtıcıları tarafından korunduğu bir dünyada herkes musluğun başını tutma, iltifata mazhar olma, iktidara gelme, yaygın deyimiyle “devleti ele geçirme” yarışı içindedir. Bunun aksine devletin yalnızca rekabetin kurallarını koyup denetleyerek hakemlik rolü yaptığı, piyasanın başarısızlığa uğradığı rakipsizlik ve dışlanamazlık özelliği olan (milli savunma, iç güvenlik, adalet ve altyapı, kısmen de sağlık ve eğitim gibi) saf ve yarı kamu malları dışındaki mal ve hizmet üretimini özel sektöre bıraktığı, makroekonomik ve siyasi istikrar gibi genel ve kimseye torpil geçmeyen soyut özendiriciler dışında hiçbir kesime özel imtiyazlar sağlamadığı ortamlarda rant arama faaliyetleri ve yozlaşma enaza inecek, insanlar ve piyasalar kalitede yarışır hale geleceklerdir.
Son olarak serbest ticaret-korumacılık tartışmalarında kulağımıza küpe olması gereken beş gerçeği şu şekilde ifade etmek mümkündür:
•Korumacılık, amaçladığının tersi sonuçlar yaratır. Korumacılık sonunda ülke ekonomisi daha rekabet gücü yüksek hale gelmez, tersine teknolojide geri, üreticileri dünya ile rekabeti göze alamayan, kalite ve fiyatta yarış yerine korumanın devamı için kaynak harcayan, tüketicileri de kalitesiz malı pahalıya elde edebilen, refah düzeyi düşük bir ekonomi haline gelir.
•Kendine yeterlik sefalete giden yoldur. “Dışa bağımlı olmamak” veya “tam bağımsızlık” adına ihtiyaç duyduğu her malı kendisi üretmeyi, kimseden bir şey almayıp kimseye de bir şey satmamayı hedeflemek bir ülkeyi sefalete götürür. Herşeyi kendisi yapmaya kalkışmak hiçbir şeyi doğru dürüst yapamamak demektir. Otarşi; pahalılık, kıtlık, kaynak israfı ve yoksulluk doğurur. Bunun yerine dış dünya ile barışık olup işbirliği, uzmanlaşma ve karşılıklı ticarete yönelmek çok daha akıllıcadır. Korumacılık ve kendine yeterlik bir ülkeyi zenginleştirecek olsaydı, uluslararası ilişkilerde çeşitli nedenlerle cezalandırılmak istenen ülkelere ticari ve ekonomik ambargo konmaz, bu ülkeye ihracat ve bu ülkeden ithalat yasaklanmaz, tersine sözkonusu ülke ile serbest ticaret teşvik edilirdi.
•Malların geçmesine izin verilmeyen sınırlardan askerler geçer. Bastiat’nın bundan bir buçuk asır önce söylediği bu veciz söz her zaman kulağa küpe olacak önemdedir. Gerçekten de ticaret ve karşılıklı yatırım savaş olasılığını azaltır, tersine ticaret ve yatırım yokluğu, ülkelerin birbiriyle ekonomik ve ticari anlamda “irtibatı koparmaları” savaş olasılığını artırır. Hiçbir ülke kendi şirketlerinin yatırım yaptığı bir ülkeyi bombalamak istemez. Mal, hizmet, insan ve fikir trafiğinin işlemediği sınırlardan tank, top, silah ve asker trafiğinin işlemesi çok daha yüksek bir ihtimaldir.
•Korumacılık insanların hayal dünyalarını sınırlar. Korumacılık bulduğuyla yetinen, doğduğu şehirde ölmeyi bekleyen, baba mesleğine talim etmeyi şiar edinmiş, yeni meslekler, yeni şehirler ve yeni hayatlar kurmayı hayal bile edemeyen ufku ve imgelemi dar bireylerin oluşturduğu statik bir dünyaya kapı aralar. Buna karşılık serbest ticaret hayatı riskleriyle beraber daha anlamlı gören, bulduğuyla yetinmeyen, baba mesleğini önündeki en önemli seçenek olarak görmeyen, yeni meslekler, yeni şehirler ve yeni yaşam tarzları hayal eden, mümkünü gerçek kılmaya çalışan, ufku ve hayal gücü geniş bireylerden kurulu dinamik bir dünyaya yelken açmamızı sağlar.
•Tüm bunların bir özeti olarak zenginlik, refah, dinamizm ve barış eksenli bir dünya kurabilmek için, serbest ticaret daha tercihe değer bir yoldur.
Piyasa, c. 2, n. 10 (Bahar 2004), ss. 1-23.
Kaynaklar:
Acar, Mustafa (2003) “Piyasa’nın ‘Görünmez Kalp’i Regülasyona Karşı: Müdahalenin Görünmeyen Sonuçlarına Dair...” Piyasa, 2(5): 33-39.
Balassa, Bela vd. (1971) The Structure of Protection in Developing Countries, Baltimore: John Hopkins Univ. Press.
Baldwin, Robert E. (1969) “The Case Against Infant-Industry Tariff Protection,” Journal of Political Economy, Vol. 77, pp. 295-305.
Bhagwati, Jagdish (1988) Protectionism, Cambridge, MA: MIT Press.
Bastiat, Frederic (1997) Economic Sophisms, (Fransızca’dan çevirip derleyen Arthur Goddard, Henry Hazlitt’in takdimiyle), New York: The Foundation for Economic Education, Inc.
Bovard, James (1992) The Fair Trade Fraud, New York: St. Martin’s Press.
Caves, Richard E., Jeffrey A. Frankel ve Ronald W. Jones (1996) World Trade and Payments, Seventh Edition, New York, NY: Harper Collins College Publishers.
Corden, W. Max (1990) “Strategic Trade Policy: How New? How Sensible?” World Bank PPR Working Paper, No. 396, Washington D.C.
------------------ (1974) Trade Policy and Economic Welfare, London: Oxford University Press.
DİE, SGP (2005), Satınalma Gücü Paritesi, Ankara: Devlet İstatistik Enstitüsü.
Grossman, G. ve H. Horn (1988) “Infant Industry Protection Reconsidered: the Case of Informational Barriers to Entry,” Quarterly Journal of Economics, Vol. CIII, pp. 767-787.
Jones, L. Ve I. Sakong (1980) Government, Business and Entrepreneurship in Economic Development: The Korean Case, Cambridge, MA: Harvard Univ. Press.
Kalaycıoğlu, Sema (1991) Dış Ticarette Korumacılık ve Liberasyon, İstanbul: Beta Yayıncılık.
Karluk, Rıdvan S. (2003) Uluslararası Ekonomi, 7. baskı, İstanbul: Beta Basım.
Krueger Anne O.(1990). “The Importance of Economic Policy in Development: Contrasts Between Korea and Turkey,” in Perspectives on Trade and Development (ed.), The University of Chicago Press, Chicago.
------------------ (1978) Foreign Trade Regimes and Economic Development: Liberalization Attempts and Consequences, Cambridge, MA: Ballinger.
------------------ (1974) “The Political Economy of the Rent-seeking Society,” American Economic Review, Vol. 64, pp. 291-303.
Krugman, Paul (1998) Pop Internationalism, Cambridge, MA: MIT Press.
Manisalı, Erol (2001) Yirmibirinci Yüzyıl'da Küresel Kıskaç: Küreselleşme, Ulus Devlet ve Türkiye, İstanbul: Otopsi Yayınları.
Mayer, W. (1984) “The Infant-export Industry Argument,” Canadian Journal of Economics, Vol. 17, pp. 249-269.
Norberg, Johan (2001), In Defence of Global Capitalism, (İngilizce’ye çev. Roger Taner,) AB Timbro. (Türkçesi: Küresel Kapitalizmi Savunmak, çeviri ve ed. M. Acar ve M. Toprak, Ankara: Liberte Yayınları, 2003).
Roberts, Russell (2002) Tercih: Bir Serbest Ticaret ve Korumacılık Öyküsü, (Çev. Mustafa Acar), Ankara: Liberte Yayınları.
Rodrik, Dani (1995) “Trade Liberalization, Competitiveness and Industrial Policy: Major Conceptual Issues,” in Refik Erzan, eds., Policies for Competition and Competitiveness The Case of Industry in Turkey, Vienna: UN Industrial Development Organization.
Seyidoğlu, Halil (2003) Uluslararası İktisat, 15. baskı, İstanbul: Güzem Yayınları.
Tyson, Laura D’Andrea (1992) Who's Bashing Whom? Trade Conflict in High-Technology Industries, Washington, D. C.: Institute for International Economics.
Stiglitz, Joseph E (2003) The Roaring Nineties: A New History of the World’s Most Prosperous Decade, W.W. Norton & Company. (Türkçesi: 90’ların Yükselişi, İstanbul: CSA Global Yayın Ajansı, 2004.)
Yılmaz, Şiir E. (1992) Dış Ticaret Kuramlarının Evrimi, Ankara: Gazi Üniversitesi, Yayın no:178.