Bu metin, 27 – 28 Ekim 2022 tarihinde Mardin’de Uluslararası İslam ve Özgürlük Ağı (Islam and Liberty Network)’nın Liberal Düşünce Topluluğu ve Mardin Artuklu Üniversitesi evsahipliğinde düzenlenen 9. İslam ve Özgürlük Konferansını açış tebliğine dayalı olarak hazırlanmıştır.
Prof. Dr. Ahmet Uzun, Sivas Cumhuriyet Üniversitesi
Bugün nüfusunun çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu ülkelerin siyasî, ekonomik ve sosyal görüntüsü pek iç açıcı bir manzarayı yansıtmamaktadır. Petrol zengini ülkeler dışında yoksulluk, eğitimsizlik, terör çok yaygın. Petrol dışı üretim ve ihracat çok sınırlı. 1,7 milyar civarında nüfusa sahip Müslüman ülkeler dünya ticaretinin yaklaşık %10’una sahip. Yarım asırlık İSEDAK, üye ülkeler arasında siyasî ve ekonomik işbirliğini geliştirme konusunda çok yetersiz kalıyor. Bilim ve kültür hayatı oldukça geride. Hürriyetler yönüyle görüntü kötü. İnsan hakları, mülkiyet hakları, siyasî ve ekonomik özgürlükler konusunda ciddi sorunlar var. Demokrasi endeksinde en kötü sıralamaya sahip 13 ülkeden 11’inin Müslüman olması düşündürücüdür (Özgen, t.y.). 50’den fazla Müslüman ülke arasında demokrasi ve hukuk standartları açısından geçer not alabilecek bir ülke yok gibidir. Ekonomik hürriyetler açısından görüntü hiç de parlak değildir. Piyasalar ve özel girişim kısıtlıdır, çünkü pek çok durumda servet edinmenin en önemli yolu devlet makamları veya orada bulunan kişilerle kurulan bağlantılardır. Batıda insanlar siyasetten ayrılıp iş dünyasına girerek zenginleşirken, İslam dünyasında bunun genellikle tersi olmaktadır. Heritage Vakfı tarafından hazırlanan 2023 yılı Ekonomik Özgürlükler Endeksi’nin ilk 30 sıralamasında hiçbir Müslüman ülke olmaması rastlantı değildir. 177 ülkenin yer aldığı sıralamada BAE 33, Katar 44, Endonezya 63, Azerbaycan 75, Fas 97, Türkiye 107, Suudi Arabistan 118, Nijerya 124, Mısır 153, Pakistan ise 154. sıradadır. Bir İslam devleti sıfatına sahip İran’ın sıralaması 170’tir (en.wikipedia.org). Oysa bu endeks bin yıl önce hesaplansaydı çok farklı bir manzara ortaya çıkacağı açıktı. Peki, o zaman bugün yaşadığımız bu çok yönlü sorunların kaynağı üzerine ciddi düşünmemiz gerekmiyor mu? Tüm sorunların kaynağını sadece batılılarda görmek makul bir yaklaşım gözükmemektedir. Ciddi bir özeleştiri süzgecinden geçmeden bugünün sorunlarına gerçekçi çözümler üretmemiz mümkün değildir.
Ortaçağ İslam Uygarlığının Yükselişi
Bu konuşmada İslâm dünyasının bugünkü sorunları üzerine iktisat tarihi perspektifiyle bir değerlendirme yapmayı hedefliyorum. İslam uygarlığının ortaçağda gösterdiği yükselişi esas alarak, bugün için zengin kavrayışlar elde edebileceğimizi düşünüyorum. İslam doğduktan kısa bir süre sonra hızla yayılmış ve Hz. Peygamberin vefatından 100 sene sonra İslam orduları Paris önlerinde durdurulabilmişti. Müslümanlar 750-1250 arasında devam eden bir altın çağın temellerini başka kültürlerin birikiminden yararlanarak, farklı kültür ve inançlara hoşgörülü davranarak, fikir özgürlüğüne ve bilim adamlarına saygı göstererek, iktisadî ve ticari faaliyetleri serbest bırakarak, özel mülkiyete ve girişim özgürlüğüne önem vererek ve vergileri düşük tutarak atmışlardır. Siyasî iktidarların ekonomik hayata pek müdahale etmemesi, ilmi faaliyetlere genel olarak müsamaha gösterilmesi ve hatta çoğu zaman destek olunması, iktisadî ve fikri hayatın gelişmesinde önemli rol oynamıştır. B. Russel ortaçağda Arap filozofların güvenliğini görece özgür düşünceli hükümdarların sağladığına işaret etmektedir (Russel, 2012: 211). Bu dönemde sayısız kitap yazılmış, büyük kütüphaneler ortaya çıkmış, canlı bir tartışma ve eleştirel düşünce geleneği doğmuştur. Gayrimüslimlerin inanç ve hareket özgürlüğü sağlanmış, dinî ve aklî ilimler birlikte gelişmiştir. İslam dünyasında mallar, fikirler, teknikler, sermaye ve insanlar serbestçe dolaşabilmiştir. Liberal ticaret politikaları ve düşük gümrük vergileri maddi zenginliğin önemli temelleri olmuştur. Fransız düşünür A. Miquel ortaçağ Müslüman devletlerinin ticari konulardaki genel eğilimini laissez-faire (bırakınız yapsınlar) olarak nitelemişti (Miquel, 1991: 182). Aynı Miquel (1991: 197), İslam uygarlığını görkemli şehirlere sahip çok başlı bir vücuda benzetmekte ve büyük, insani, adil, bağdaştırıcı, bütünleştirici ve iyiliksever diye tanımlamaktaydı. Bu sayede muazzam servetlere sahip bir tüccar tabakası ve dinamik bir sermayedar grubu ortaya çıkmıştı. Sarraflık ve mali kurumlar gelişmiş, farklı ödeme yöntemleri kullanılmıştı (Duri, 1991: 97-98). Zaman zaman iç karışıklıklar, mezhep ve özellikle de taht/iktidar çekişmeleri yaşansa da İslam coğrafyasında genel olarak bu eğilimler hâkim oldu ve büyük bir ekonomik ve kültürel gelişme ortaya çıktı. Aslında Müslümanların yaptığı şey, İran ve Bizans gibi farklı medeniyetlerde mevcut olmuş bazı değerleri yaşatmak ve geliştirmekten ibaretti. Mesela Persler serbest mübadele ve mülkiyet haklarına saygılı bir ekonomik anlayışa daha önceleri sahip olmuşlardı. Özellikle Büyük Kiros zamanında hoşgörü ve özgürlüğe dayalı politikalar medeniyete önemli katkılar yaptı. Çin’de Konfüçyüs, Mensiyüs ve Laozi, bireyciliği ve ekonomik özgürlükleri savunurken, düşük vergilerin kralı zenginleştireceğine vurgu yaptı. Uygarlığın gelişiminin temelini oluşturan piyasa ekonomisi sanıldığı gibi batıda değil, doğuda gelişmişti (Sanandaji, 2020: 9-24). Mezopotamya, Çin ve Hindistan’ın bu konuda öncü olduğu herkesin malûmudur.
Ayrıca belirtmek gerekir ki, İslam uygarlığının açık gerileme sürecine girdiği bir dönemde Osmanlılar, yönetimde akılcılıkla; liyakat, fırsat eşitliği, temel haklara ve inançlara saygıyla, etnik köken-dil-mezhep vs. farkı gözetmeden tüm toplumlardan yetenek devşirmeyle, esnek ve pragmatik politikalarla yeni bir sıçrama yapmayı başarmıştır. Bilgi felsefesinde Razi-Taftazani-Cürcani’nin akılcılık ve ampirizmini, hukuk ve yönetimde ise Maturidi-Nesefi çizgisini benimseyen Osmanlılar, Sultanın iradesini kısıtlayan hukuk kuralları getirmişti (Duran, 1999: 43-46). Çok sayıda yabancı gözlemci Osmanlı Devleti’nde keyfi idarenin olmadığına, padişahın değil kanunun hâkimiyeti olduğuna dair gözlemler aktarmıştır (Danışmend, 2021: 25-34). Daha sonra bu çizginin terk edilmesi ve akılcılıktan uzaklaşılması, Osmanlının gerilemesinde hayli etkili olmuştur.
Şimdi bu ana eğilimlerin ne kadar güçlü olduğunu göstermek amacıyla Ortaçağ Müslüman toplumlarıyla ilgili temel gerçekleri biraz daha ayrıntılı ele alalım:
i. Canlı bir fikir hayatının ortaya çıkması
İslam’ın ilk dönemlerinde idareciler ilmi faaliyetlere doğrudan müdahil olmamışlardı. Bu sayede geniş bir coğrafyada ilim adamları ve öğrenciler serbestçe dolaşabilmişti (Ersoy, 2012: 94). Zamanla İslam beldeleri birer ilim ve kültür merkezi haline geldiler. 900’lü yıllarda Bağdat’ta 100’den fazla kütüphane vardı. İlk kampus üniversitesi burada kurulmuştu. Kitaba karşı büyük ilgi mevcuttu. Endülüs’te halife II. El-Hâkem, halk eğitimiyle ilgilenen, her caminin yayına okul yaptıran ve babasının biriktirdiği serveti bilim uğruna harcayan bir yöneticiydi. Kurtuba’daki kütüphanesinde 400 bin civarında kitabı varken, aynı tarihlerde Kuzey Avrupa’nın en büyük ve önemli kütüphanelerinden birinde sadece 600 cilt kitap bulunuyordu (Tez, 2014: 24, 65-66). Kahire’de El-Aziz’in kütüphanesinde 1.600.000 cilt kitap vardı. Araplar, Bizans’a karşı kazandıkları bir savaşta barış için Yunan el yazmalarının verilmesi şartını koşmuşlardı. Tıp, matematik, felsefe, optik ve ziraat gibi alanlarda sayısız eser üretilmişti (İzzetbegoviç, 2010: 18-30). Nizamiyye medreseleri kültürel yükselişte önemli rol oynadı. İslam eserlerinin tercüme edilmesi Avrupa düşüncesinde köklü değişiklikleri uyarmış ve İslami ilim, teknik ve kurumların Batıya geçişi ortaçağdaki aydınlanmaya zemin hazırlamıştı (Beckwith, 2011: 150-153). Endülüs, örneği pek görülmemiş bir dinsel ve düşünsel hoşgörü merkezi haline gelmiş, durağan Avrupa’nın düşünsel, bilimsel ve teknik canlılık kazanmasına büyük katkı yapmıştı (Tez, 2014: 39). Kitaba ve ilme yönelik olumlu tavır, İslam dünyasının pek çok yerinde karşımıza çıkmaktaydı. Mesela Artuklu hükümdarları ilim ve kültür hayatını korumayı kendi vazifesi sayar ve bu hususta ihmal göstermezlerdi. Artuklu Beyi II. İlgazi’nin en yakın dostu bir Hıristiyan âlimdi. 1183’te Amid’de 140 bin ciltlik devasa bir kütüphane bulunuyordu. Ahlat şehri kimya, tıp ve felsefenin hayli geliştiği bir yerdi. Yine Mengücik yöresinde ilim ve kültür hayli gelişmiş durumdaydı (Turan: 1973: 74, 219-224).
ii. Hoşgörü ve diğer medeniyetlere açık ve esnek olma
İslam uygarlığı hoşgörü temelinde hızlı bir yayılma göstermişti. Müslümanlar hiçbir yerde tahribat yapmadı. Halife Me’mun zamanında İslam topraklarında 11 bin kilise, yüzlerce sinagog ve hatta Mecusilerin ibadethaneleri vardı. Cam, tekstil, ipek, kâğıt vs. başka kültürlerden öğrenilmişti (İzzetbegoviç, 2010: 18-30). Yunan kültürü tanınmış, klasik dünyanın kültürünü aktarmak için Beytül-hikmet kurulmuştur. Müslümanlar İran, Çin, Hint ve Yunan kültürlerine ait zengin mirası, kendi görüşlerine göre değiştirerek ve verimli hale getirerek benimsemişler ve bu şekilde bu kültürleri de canlandırıp yenilemişlerdir (Garaudy, 1984: 85) Yabancılara geniş hareket özgürlüğü sağlanmıştı. Müslüman yöneticiler Hristiyan ve Yahudi zümrelerin özgürlüklerine, onları vergilendirerek saygı göstermişlerdir (Güran, 2017: 104). Lombard (1983: 192) Yahudi ticaretinin özellikle büyük İslam imparatorluğunun kurulduğu çağda (8-11. yüzyıllar) en yüksek seviyesine ulaştığını aktarır. B. Russel (2012, 204: 206) Arap fetihlerinin hızlı olmasında zulüm altındaki topluluklara, vergi ödeme karşılığında hoşgörülü davranılmasının etkili olduğunu kaydederken, bir avuç Arap savaşçının farklı dinlere mensup ve daha yüksek bir uygarlığa sahip toplulukları yönetebilmesini bağnaz olmamalarına bağlar. Aynı şekilde Selçuklu Türkiye’sinde yabancı ırk ve din mensuplarına daima hürriyet ve adaletle muamele edildiği Süryani, Rum ve Ermeni kaynaklarında ifade edilmektedir (Turan, 1973: 75). Osmanlılar hiçbir beldenin adını değiştirmemiştir. Osmanlıda yaşayan milletlerin hepsi dinini ve lisanını korumuş ve bugüne kesintisiz getirebilmiştir. Amerika kıtasının keşfinden sonra İnka, Maya ve Aztek kültürlerinden geriye ne kalmıştır? Kaçının kültürü, dini ve dili yaşamaktadır?
Bu dönemde Müslüman yöneticilerin, karşılaştıkları sorunlara esnek çözümler getirebilmesi önemli bir başarıydı. Örneğin Ebu Yusuf yıllık mahsulü hesaba katmayan sert vergi rejiminin haksız sonuçlara yol açtığını göstermiş ve orantılı vergiye geçişi önermiştir (Koehler, 2016: 215). Hz. Ömer zamanında fethedilen beldelerin toprakları, onları fethedenlere dağıtılmayarak, işletmek ve vergisini ödemek koşuluyla eski sahiplerine bırakılmıştı (Duri, 1991: 41). Değişen koşullara göre ilk dönem uygulamaların daha farklı şekilde yorumlanması sosyo-ekonomik denge ve ilerleme açısından olumlu sonuçlar üretmiştir.
iii. Sınırlı devlet uygulamaları
İslam’ın ilk dönemlerinde idarecilerin, sosyal ve iktisadî hayata sınırlı müdahalesi servetin büyümesinde etkili olmuş gözükmektedir. B. Koehler (2016) Hz. Peygamber zamanında az personel küçük bütçe anlayışının doğduğuna, İslam ortak pazar girişimciliğinin küresel ticareti ve yeni birleşik yatırım çeşitlerini teşvik ettiğine, Medine pazarındaki ticaretten vergi alınmadığına, getirilen vergilerin ise sosyal güvenlik harcamalarını karşılamaya yönelik olduğuna, tüketicinin korunduğuna, tekellerin yasaklandığına işaret eder ve İslam’ın başından beri iktisadî büyümeye imkân veren bir tavır sergilediğini belirtir. Özel mülkiyet sınırlanmamıştı. Piyasa fiyatlarına genel olarak müdahale edilmemiştir. Ticaret serbest yürütülmüştür. Kallek (1997: 142) İslam iktisat sisteminde devletin serbest rekabet şartlarına müdahale etmemesinin esas olduğunu ve Asr-ı saadetteki uygulamaların bunu gösterdiğini vurgular. Müslümanların, İspanya’yı fethettikten sonra burada toprak reformu yaparak ve ticaretteki sınırlamaları ve ağır vergileri kaldırarak büyük bir gelişmeye imkân verdikleri oryantalist Dozy tarafından tespit edilmektedir (Garaudy, 1984: 37). Vergiler şer’i esaslara dayalı olarak belirlenmiş ve cizye, öşür ve haraç gibi birkaç vergi uygulama zemini bulmuştur. Kuran’da hiçbir otoriteye farklı vergiler ihdas etme yetkisi verilmemiştir (Ersoy, 2012: 102). Bimaristanlar, eczane piyasası ve kerhizler özel teşebbüsün büyük işler yaptığını göstermektedir (Sanandaji, 2020: 169-181). Vakıfların geniş rolü dikkate alındığında, sosyal dayanışmanın esas itibarıyla özel çabalarla sağlandığı açıktır. Özetle Müslümanların iktisadî hayata getirdikleri rasyonel ve liberal uygulamalar insanların ve tüm üretim faktörlerinin serbestçe dolaşımına imkân vermiş ve büyük bir ekonomik gelişmeyi beslemiştir.
iv. Müslüman filozofların katkısı
Ana hatlarıyla liberal eğilimleri yansıtan bu uygulamalar, dönemin Müslüman düşünürleri tarafından da açıkça desteklenmiştir. Genel olarak Müslüman filozoflar, piyasayı hem bir rekabet hem de klasik devlet felsefesine benzer şekilde işbölümü ve mübadele yoluyla işbirliği ve yardımlaşmanın bir aracı olarak görmüşlerdi (Güran, 2017: 103). İbn Teymiyye (1263-1328), narh hadisine akılcı bir yorum getirerek, piyasada kıtlık ya da bolluğun adaletsizlik içermeyen nedenlerle de oluşabileceğini izah eder. İnsanların, haksızlık yapmadan, malları geçerli fiyattan sattıkları halde malın arzı veya talebindeki değişikliklerden kaynaklanan fiyat hareketlerinin Allah’a havale edileceğini söyler (Kallek; 1997: 171). Gazali (1058-1111), devletin varlık nedenini adalet ve güvenliği sağlamak ve haksızlıkları önlemek olarak görür. Ona göre adil yönetim ülkeyi zenginleştirir. Fiyatlar piyasada serbestçe belirlenmelidir. Dünyayı imar etmek insanın dinî vazifesidir. Her meslek sahibinin kendi alanıyla ilgili bilgi ve becerisini artırması ve geliştirmesi farzdır (Ersoy, 2012: 108-114). Ebu Yusuf (731-798) düşük ve adil vergilerin toplumun genel refahına katkı yapacağı konusunda ayrıntılı fikirler ortaya koymuştur. Ona göre faydası belli gruplara yönelik projeler kamu finansmanı ile değil, bu kesimler tarafından karşılanmalıdır (Ghazanfar, 2015: 310-312). Tek başına bu tutum bile İslam’da devletin yeniden dağıtımcı işlere girişmesinin dinî bir referansa dayanamayacağını kanıtlar. Şeybani (749-805) tüccar olarak para kazanmanın bir bürokrat veya asker olarak gelir sağlamaktan daha değerli olduğunu savunmuştur (Beack, 1997: 90). Nizamülmülk (1017-1091) devletin başlıca görevinin insanların rahat ve huzur içinde yaşamasını sağlamak ve adaleti tesis etmek olduğu görüşündedir. Keykavus (1021-1082), piyasa ekonomisinin işleyişiyle ilgili çok sayıda kavrayış sunmakta ve rasyonel kişisel çıkarla ilgili A. Smith ve A. Rand gibi düşünürlere yakın tespitler yapmaktadır (Sanandaji, 2020: 161). Maverdi (954-1058) ezici bürokrasiye karşı çıkmakta, toplumun sırtına ağır yük oluşturan bu sınıfın en az düzeye indirilmesini önermektedir. Yine devlet adamlarının iktisadî faaliyetlerde bulunmasını istemeyen Maverdi, özel mülkiyet haklarına ve hür teşebbüse saygılı bir tutuma sahiptir. Halkın, verimliliği artıran yatırımlar yaparak ürün artışı sağlaması halinde vergilerin yükseltilmemesi gerektiğini, aksi halde girişim arzularının kırılacağını öne sürer (Kallek, 2003: 183-184).
İbn Haldun (1332-1406), liberal fikirlere yeni bir aşama kazandırmış gözükmektedir. Ona göre haksızlık ve baskı toplumları yoksullaştırır. Adalet iktisadî kalkınmanın temelini oluşturur. Ağır vergiler devletin gelirini artırmak yerine düşürür. Yöneticilerin artan harcamalarıyla vergi yükünü ağırlaştırması çalışma şevkini kırar, üretimi azaltır. Böylece vergi matrahı küçülür ve neticede devlet gelirleri azalırken, fasit bir sahtekârlık dairesine girilir. İbn Haldun, devletin doğrudan iktisadî/ticari hayata girmesine karşıdır. Çünkü devletin ticaret yapması iktisadî dengeyi bozar, haksız rekabet oluşturur. Devletin iktisadî kaynakları kontrolü onu zamanla bir baskı aracına dönüştürür (Kozak, 1999; Sanandaji, 2020: 165-66).
Bu kısa izahat gerek teorik gerekse uygulama yönüyle, ortaçağ İslam uygarlığının liberal temeller üzerine yükseldiğini, sınırlı devlet ve hoşgörü eğiliminin her tarafta güçlü olduğunu göstermektedir.
İslam uygarlığının duraklama ve gerilemesinde birbiriyle bağlantılı bir dizi faktör etkili olmuştur. Moğol saldırılarının yarattığı tahribat önemli sebeplerden biridir. Bu yıkımdan sonra piyasa ekonomisinin toplumlar için önemi giderek azalmış, çalışmaya ve servete karşı irrasyonel bir bakış açısı gelişmiş ve mistik eğilimler güçlenmiştir. İslam’ın yorumunda yapılan yanlışlar insanları iktisadî faaliyetlerden ve girişimcilikten uzaklaştırmıştır. Sorgulayan, araştıran zihinlerin yerini ezberleyen; dışa bakan keşfetmeye çalışan faaliyetlerin yerini de içeriye yönelen mistik girişimler almıştır. Müfessirlerin yerine hafızlar ön plana çıkmıştır. Otoriter siyasî eğilimlerin doğuşu ile ekonomi ve fikir hayatında özgürlüklerin kısıtlanması da geriye gidişin adeta tuzu biberi olmuştur.
Vurgulanması gereken diğer önemli bir gerçek de Müslüman dünyanın bugünkü olumsuz koşullarında batılı devletlerin tutumlarının hayli etkili olduğu gerçeğidir. İslam uygarlığı ile İtalyan liman şehirleri arasında ortaçağ boyunca devam eden ticaret, adil esaslara dayalıydı ve herkesin menfaatine sonuçlar yaratmıştı. Mallar, fikirler ve tekniklerin serbestçe dolaşması tüm bölgelerde ekonomik ve kültürel gelişmeyi uyardı. Fakat Avrupa medeniyetinin merkantilist dönemden sonra izlediği ticaret politikaları bazı yönleriyle zararlı oldu. Miyop bakış dünyaya bir ticari savaş dönemi yaşattı. Sömürgelerde izlenen tekelci politikalar bu ülkeleri rekabetçi piyasa ekonomisinden kopardı. Onların üretken güçlerinin altını oydu. Kapalı ve baskıcı rejimlere girmesine katkı yaptı. İngiltere ve Portekiz gibi ülkeler bir dönem İtalyan liman şehirleri gibi politikalar izleseydi, Ortadoğu ve Asya ekonomilerinin geleceği çok daha farklı olabilirdi (Sanandaji, 2020: 201-212).
Batının yüzyıllardır devam eden bu yanlış tavrı, maalesef Müslüman halklarda tepkisel bir tutumun ortaya çıkmasına katkı yaptı. Rasyonellikten uzaklaşma batıyla olan mesafenin açılmasından başka bir sonuca hizmet etmemektedir. Ekonomi sahası söz konusu olduğunda, bugün iki konuda ortaçağın çok gerisinde kalan bir anlayışa sahip olduğumuzu ve bu konuların ciddiyetle ele alınmaması halinde daha fazla bedel ödeyeceğimizi ifade etmek isterim.
i. Rasyonellikten uzaklaşma ve İktisat bilimine kapalılık
Birincisi, iktisat bilimine kapalı bir anlayışa doğru sürüklenmemizdir. Bir zamanlar insanlığın birikimini kabul etme konusunda çok esnek davranan İslam medeniyeti, bugün batı bilim ve uygarlığına karşı gereksiz bir tepki içerisindedir. Bunun önemli bir sebebi bilimle (ve dolayısıyla iktisatla) din arasındaki ilişkiler konusunda ciddi bir kafa karışıklığının varlığıdır. Aslında bilim hayatımızı kolaylaştırır, din ise güzelleştirir diyebiliriz. Din hayatın gayesini bize öğretir, akıbetimiz hakkında bilgilendirir. Bilim ise hayatın ve tabiatın gerçeklerini anlamak ve zorluklarıyla baş etmek için imdadımıza yetişir. Din iyi ve kötüden, güzel ahlâktan bahseder, iktisat ihtiyaçlarımızın en iyi nasıl karşılanacağını araştırır vs. Bunları birbirine karıştırmak, onları kesin şekilde ayırmak kadar yanlış bir tutumdur. Kuran iktisadî konularda ahlâkî normlar vaz etmekle beraber, kapsamlı bir iktisadî öğreti getirmemektedir (Beack, 1997: 88). Burada bilimin araştırması gereken geniş bir alan bulunmaktadır. Esasen Kuran’ın ve Hz. Peygamberin iktisadî konulara yaklaşımı da genel hatlarıyla rasyoneldir. Mesela Kuran, işleri (partililere, yakınlara, eşe veya dosta değil) ehil olanlara vermeyi emreder (Nisa, 58). Yine insan için kendi yaptığından (çalışması ve gayretinden) başka bir şey olmadığına hükmeder (Necm, 39). Hz. Peygamber hurma aşılama konusunda sahabeye, “siz dünyanızı benden daha iyi bilirsiniz (Müslim/Fedail, 141)” diyerek, dinî ve dünyevi konular arasında açık bir ayrım yapar, yani bilimin, aklın ve tecrübenin sahasında dinî hüküm getirmez. Medine’de fiyatların arttığı bir dönemde narh koyulması isteğini geriye çevirir. Ülgener buradan hareketle ilk dönem İslam anlayışında batı liberalizminin teolojik temellerine yaklaşan noktaların olduğundan söz eder (Ülgener, 2006: 85-87). Rasyonel eğilim altın çağın Müslüman düşünürlerinde de vardır. İbn Teymiyye fiyatların, adalete aykırı olmayan sebeplerle de artabileceğini izah eder. Gazali “ümmetin ihtilafı rahmettir” hadisini işbölümü ve uzmanlaşmanın önemine işaret olarak yorumlar. İbn Haldun emeği zenginliğin kaynağı olarak görür. Hz. Ali’ye atıf yaparak, insanın değerini takvasıyla değil, güzel yaptığı bir işle ölçer. Kendi dönemini aşan bir kavrayışla mesleklerin insan karakterine etki edebileceğini söyler. Sammanlı Sufi dünyadan uzaklaşmak dinden uzaklaşmaktır der. Akşemsettin, Hocası Bayram Veli’ye, Yunus’un makamı Mevlana’dan yücedir, çünkü o kendi el emeği dışında bir şey yememiştir, diye yanıt verdiğinde, icazet almaya hak kazanır (Kozak, 1999: 23, 89, 95). Osmanlı şeyhülislamı Ebusuud, faiz ve riba arasında ayrım yaparak finans piyasalarının çökmesinin önüne geçer (Pamuk, 2005: 79) ve para vakıflarının faaliyetlerine izin verir vs. Bütün bunlar iktisadî konulara/sorunlara rasyonel yaklaşımın örnekleridir. Fakat sonraları bu yaklaşımdan hızla uzaklaştık. Smith ile çağdaş olan İbrahim Hakkı’nın yazdıkları ibret vericidir! Zenginliğin sebepleri olarak evini ve kapısının önünü süpürmek, kuşluk namazı kılmak, her gece Mülk suresini okumak, ezandan önce mescide varmak gibi şeylerden söz eder (Bayraklı, 2015: 281-282). Fuzuli’nin “Maksudun eğer din ise dünyadan geç, Allah’a yapışıp cümle eşyadan geç” (Sayar, 2008: 89) mısralarına ne demeli acaba? Bugünkü Müslümanlar da iktisat biliminin en temel konularını dine dayandırma hevesini kararlılıkla sürdürmektedir. Bir ara adil düzen bir ekonomik programmış gibi anlatılmıştı. Bugün İslam ekonomisi, İslami finans vs. çalışmaları zirve yapmış durumdadır. Kitaplar basılmakta, konferans, sempozyum, çalıştay vs. etkinlikler düzenlenmektedir. Sadece iktisadın değil, neredeyse her bilim alanının önüne İslami kelimesini getirerek sorunların çözülebileceği sanılmaktadır. Böyle olunca batıda kemal seviyeye ulaşan bilimlerin pek çok önemli katkısından mahrum kalmaktayız ve sadece gerçeklerden biraz daha uzaklaşmaktayız. Yazar Selwyn Duke bir toplum gerçeklerden ne kadar uzaklaşırsa, gerçeği söyleyenlerden o kadar nefret eder der. Bu gidişatın varacağı yer, herhalde sadece böyle bir aşama olabilir.
Ekonomiye doğru bir perspektifle yaklaşmak geleceğimiz açısından çok önemlidir. Bilindiği gibi ekonomi kıt kaynakları daha iyi kullanmanın yollarını araştıran ve bu yönüyle teknik sayılabilecek bir bilimdir. Tarihine bakıldığında da önce bir hanenin ihtiyaçlarını karşılamak, sonra bir ulusun zenginliğinin sebeplerini ve nihayetinde de kıt kaynakların en iyi kullanım alanlarına tahsis edilmesinin yollarını araştırmak şeklinde bir ana programa sahip olmuştur. Bu yönüyle de değerden-azade bir bilimdir. Aksi takdirde bilim haline gelmesi de mümkün olmazdı. Değer yüklü kavramlarla bilimsel gerçekleri izah etmek mümkün değildir. Ünlü düşünür Max Weber, kapitalizmin yükselişinde Protestan değerlerin etkisini incelemesine rağmen, bilim olarak iktisadın değerden azade olması gerektiğine işaret etmiştir (Skousen, 2003: 295). Bugün İslam ekonomisi olarak dile getirilen konuların neredeyse tamamı değer yüklü tartışmalar niteliğindedir. Dolayısıyla değer dünyasına girince bilimsel gerçeklerin inkârı kaçınılmaz olmaktadır. Kendimize has modeller (?) geliştirerek sadece kendimizi ve bilmeyen insanları avutmaktayız. Bu çarpık bakış açısı biraz da kapitalizm/serbest piyasa gibi ekonomik sistemlerin gerçek mahiyetini bilmemek ya da anlamamaktan kaynaklanmaktadır. Piyasa ekonomisi insan hayatının tümünü ihata eden ahlâkî öğretiler getirmez; onun rolü toplumun kıt kaynaklarını etkin kullanma yollarını göstermektir. Dolayısıyla özel mülkiyet, rekabet ve sınırlı devlet gibi birkaç ilkeye dayalıdır. Böyle teknik bir öğretiyi dine rakip ve sanki insana ahlâkî ödevler vaz eden bir total anlayış gibi takdim etmek yaşanan kafa karışıklığının ana sebebi gibi gözükmektedir.
Zenginlik üzerinden bir değerlendirme yapacak olursak, bir toplumun refaha ulaşması için ekonomi biliminin evrensel temel gerçeklerine riayet etmek gerektiği söylenmelidir. İktisadî gerçeklere aykırı işler fakirliği körükler. Dolayısıyla fakirlik/zenginlik dinî ya da ahlâkî referanslarla açıklanamaz. Doğru iktisat politikalarına uymak ya da uymamakla ilgilenmeliyiz. Pareto’nun deyimiyle iktisatta doktrinler yoktur, iktisat bilenler ve bilmeyenler vardır (Öksüz, 2017: 226). Ülkelerin gelişmişliğinin serbest piyasa, sağlam hukuk sistemi, demokrasi, düşük vergiler, deregülasyon, sınırlı hükümet gibi liberal değerlerle mümkün olduğu bilinen bir gerçekliktir. Müslüman ülkelerin geçmişte sahip olduğu ve batıda bugün olgunluğa ulaşan bu politikaların görmezlikten gelinmesi ağır maliyetlere yol açmaktadır. Büyük mütefekkir İzzetbegoviç (2014: 94-96) kapitalist dünyanın kaydettiği muazzam gelişme ve dinamizmi, kapitalizmin ekonomi ve bilimi harekete geçirme yeteneğini ve yüksek seviyede siyasî özgürlükler ve hukuki güvence temin etme kabiliyetini kabul etmek gerektiğini belirtir. Ona göre kapitalizmin gelişmesi Marksist teorilerin yanlışını açığa çıkarmıştır ve yine kapitalizmin pragmatik ruhu gelişmiş toplumun akılcılığına daha uygundur. Batının zenginliği sanıldığı gibi sırf sömürüyle değil, devletin dışında ve piyasa mekanizması içinde geniş bir servet edinme sahası olduğunun anlaşılmasıyla ilişkilidir. Bu zihniyet insanların kapıkulu olmadan da önemli ve kazançlı işler yapabileceğinin, hayır ve şerrin sadece devletten gelmediğinin anlaşılmasına dayanmaktaydı (Öksüz, 2017: 167). Batılılar işbirlikleri ve ortaklıklar yoluyla büyük servetler biriktirmiştir. Bizde servet denetim altındayken, finans yabancılara terk edilirken, batıda bunlar hür teşebbüs altında sürekli gelişmiştir. Düşünce dünyası da buna uyum sağlamıştır. Esnek bir veraset hukuku, anonim ortaklıklar ve riskin dağıtılması, fikri mülkiyet hakları, bilimsel derginin icadı, herkes için ekonomik özgürlük ve en güçlü olanın hayatta kalması gibi ilkeler Batının yükselişinde etkili araçlar olmuştur (Sanandaji, 2020: 195-202).
Kısaca Batıdaki gelişmeler insanlığın ortak mirasının bir parçası sayılmalıdır. Batıdaki teknolojiyi alma eğilimine karşı hayli hassas görünen kesimler kurumsal/iktisadî alandaki gelişmeler söz konusu olduğunda neden kafasını kuma gömmektedir? Özgür basın, bağımsız yargı, sağlam mülkiyet hakları, çoğulcu demokrasi, istikrarlı bir para sistemi uçak teknolojisine sahip olmaktan daha mı az önemlidir? Ayrıca böyle bir davranışsal ve kurumsal çerçeve oluşturmadan sürdürülebilir bir teknoloji transferi nasıl mümkün olacaktır? Her şey sadece paraya bağlı olsaydı, petrol zengini Arap devletlerinin dünyanın en fazla teknoloji geliştiren ve en sanayileşmiş ülkeleri arasında olması gerekmez miydi?
ii. Devlet müdahalesine dair yanılgı
İkinci bir yanılgı devletin/hükümetin ekonomi ve toplum üzerindeki hâkimiyeti konusunda ciddi bir yanlış tutumun varlığıdır. İslâm coğrafyasında devletlerin toplumu dizayn etme çabası ve gücü her geçen gün artmaktadır. Dinî referanslara dayalı bile olsa bu tutum reddedilmelidir. İstikrarlı toplumlar özgürlüklerin teminat altına alınmasıyla ortaya çıkar. Proudhon’un deyimiyle düzenden özgürlüğe değil, özgürlükten düzene ulaşmak mümkündür. Bu durum ekonomik ve düşünce özgürlükleri alanında çok daha önemlidir. Ekonomik özgürlüklerin teminat altına alınabilmesi halinde siyasetin bozucu etkileri en aza indirilebilir. Siyasetin artan gücü ayrıca fikir özgürlüğünü tehdit etmektedir. Bugün Müslüman halkların en çok ihtiyaç duyduğu konuların başında serbest ve eleştirel düşünce gelmektedir. Ortaçağın sonlarına doğru Müslüman dünyada sorgulayan düşünürler eziyet görmeye başlamış veya düşüncelerini saklamak zorunda kalmıştır. Ayrıca düşünce özgürlüğü ihtimali ilim ve felsefede giderek azalmıştır (Beckwith, 2012: 152). Bu durum Müslüman dünyanın gerilemesiyle yakından bağlantılıdır. Uzun zaman geçmesine rağmen, İslam dünyası fikir özgürlüğü ve eleştirel düşüncenin yeniden güçlendirilmesi adına pek bir ilerleme sağlayamamıştır. Oysa böyle bir geleneğin güçlenmesi ve yaygınlaşması hem sorunların rasyonel bir zeminde tartışılması ve hem de şiddet eğilimlerinin en aza indirilmesi için mutlak bir zorunluluktur.
Bu noktada hükümetlerin İslami referanslarla, özellikle de gelir dağılımında adaleti sağlamak gibi gerekçelerle iktisadî hayata müdahalesinin bizzat İslam adalet anlayışına aykırı olduğunu belirtmek isterim. Çoğu Müslüman bu sahada devletten çok şey beklemekte ve ona önemli vazifeler yüklemektedir. Ancak İslam perspektifiyle bakıldığında bu dengenin sağlanması en başta devletin değil, toplumun (zenginlerin) görevidir ve esas itibariyle ahlâkî bir ödevdir. Hükümetlerin sosyal devlet gerekçesiyle geniş müdahaleler yapması iş dünyası üzerine ağır maliyetler getirerek, işsizliğin ve çeşitli suiistimallerin başlıca sebebini oluşturmaktadır. Ortaçağ İslam devletleri vakıf kurumu üzerinden toplumsal dayanışmanın sivil çabalarla gerçekleştirilebildiğinin çok başarılı bir örneğini vermiştir. Endülüs’te sosyal hizmetleri vakıflar yürütürdü. Mısır’da Türk emirler pek çok hizmeti vakıflarla gerçekleştirdi. Selçuklularda iktisadî ve sosyal hayatın temelini vakıflar oluşturuyordu. Sağlık ve sosyal yardım kurumları, hastaneler, misafirhaneler, medreseler, hamamlar vs. hayli yaygınlık kazanmıştı (Tabakoğlu, 1994: 97). Osmanlılar daha da ileriye giderek 16. yüzyılda kamu gelirlerinden vakıflara önemli miktarlara varan tahsisler yapmışlardı. Vakıfların inşa ettiği külliyeler sayesinde cami, medrese, imarethane gibi toplumsal ve kültürel kuruluşlara işlerlik kazandırılmış ve aynı zamanda onlara gelir sağlayacak olan yerlerin inşası gerçekleştirilmiştir. İç içe geçen bu faaliyetler şehirlerin imarına büyük katkıda bulunmuştur (Güran, 2006: 3-7). Dolayısıyla sosyal dayanışmanın devlet eliyle gerçekleştirilmesi bir mecburiyet değildir. Devlet doğası gereği bir ekonomik soruna odaklandığında, birkaç yeni sorun yaratmış olur. O yüzden siyasetin toplumun her alanına nüfuz etme çabalarına karşı çıkmalıyız. Kapsamlı devlet müdahalesinden olumlu sonuçlar beklemek iktisadî cehaletin en bariz ve en yaygın örneğidir. Bilinmelidir ki, iktisat cahili bir toplum uzun süre varlıklı kalamaz; T. Sowell’in deyimiyle iktisadın birinci kuralı kıtlıksa, siyasetin birinci kuralı iktisadın birinci kuralını yok saymaktır (Gwartney vd., 2016: 16). R. Reagan hükümet çözüm değil, sorundur dediğinde bilinçli bir tespit yapmıştı. Bu nedenle ekonomiyi kendi kuralları içinde düşünmek gerekir; siyasetin ve değer dünyasının iktisat bilimini istila etmesine karşı çıkmak zorundayız.
Özetle İslam’ın ilk/orijinal yorumunda sınırlı devlet esastı. Devletlerin yeniden dağıtımcı politikaları İslam’ın iktisadî adalet anlayışına terstir. Çünkü devlet kaynak dağılımına aşırı müdahil olursa, F. Bastiat’nın deyimiyle hukuk bir yağma aracına dönüşmektedir (Skousen, 2003: 69). Diğer bir deyimle devlet, Ali’den alıp Veli’ye ihsan eden bir mekanizmaya dönüşürse, o zaman ekonomide kimlerin kazanıp kimlerin kaybedeceğine de karar veren bir rol üstlenmiş olur. Bu durum adalete aykırı olduğu gibi, uzun vadede müşevvik yapısını bozarak verimli iktisadî faaliyetleri de baltalar ve iktisadî gelişmeye engel olur. Burada devletlerin iktisadî hayata dolaylı katkılarını reddetmiyoruz. Mesela devletler istikrarlı para sistemi kurarak ekonomiye büyük katkı yapabilir. Tarihte Atina, Roma, Bizans ve İslam dünyasının parlak dönemleri istikrarlı para sistemleriyle mümkün olmuştur. İbn Rüşt paranın mübadele ve değer ölçüsü işlevi yanında müstakbel satın alma gücü için bir rezerv olduğunu vurgular ve paranın değeriyle oynamayı ribaya eşdeğer gayri adil bir keyfilik olarak görür. Makrizi’ye göre hasta para hasta bir toplumun ürünüdür. Devvani adil ve etkin bir hükümetin ancak paranın istikrarıyla mümkün olacağını belirtir (Baeck, 1997: 98, 105-106). Kopernik bir devleti yıkan dört unsurdan birinin paranın bozulması olduğunu söyler (Huberman, 1991: 101). Aynı şekilde etkin bir mülkiyet hakları sistemi büyük faydalar sağlar. Müslüman dünyada bu konulara çok önem verilmişti. Türk atabeyi Nureddin Zengi Şam ve çevresini yıkan büyük depremden sonra zenginlerden zaruret hali gerekçesiyle ilave kaynak sağlama yoluna gidememişti (Sanandaji, 2020: 175). Kanuni devrinde Süleymaniye Camiinin inşası esnasında bir Yahudi’nin evi istimlak edilememiş ve konu şeyhülislama intikal edince, ondan “mülkiyet hakkının mukaddes ve masun” olduğu cevabı alınmıştır (Danışmend, 2021: 111). Mülkiyet haklarına ve başka kültür ve inançlara çok geniş müsamaha gösteren ilk İslam medeniyetlerinden, bugün kendi halkının en temel haklarına bile saygı göstermeyen rejimlere geçmiş olmak ne büyük talihsizliktir!
İslam kardeşliğinin bir gereği olarak çok farklı alanlarda ve çok daha sıklıkla yapılmasına ihtiyaç olduğunu düşündüğüm bu gibi bilimsel toplantıların bir katkısı olacaksa, Müslüman devletlerin hükümetlerine, kendi halklarının özgür tercihlerine saygı göstermeleri gerektiği hatırlatılmalıdır. K. Jaspers (1981: 58) hürriyet ve tanrının ayrılamaz olduğunu ve dolayısıyla hürriyetin inkârı ile tanrının inkârı arasında bir bağlantı olduğunu düşünmektedir. Bu derece önemli olması gereken hürriyet fikrinin Müslüman toplumlardaki algılanışı ciddi şekilde sorunludur. İslami değerler adına yapılan pek çok düzenlemenin aslında İslam’ın ruhuna aykırı olduğu, dinde zorlama olamayacağı, İslam ahlâkına uygun davranışların gönüllülük ilkesine dayanması gerektiği her şekilde vurgulanmalıdır. Ahlâka uygunluk, özgür ve bilinçli davranışlarla kötülüğü önlemek ve iyiliği yaymakla olur. Kant’ın özgürlük yoksa ahlâklılık da yoktur (Arslan, 1994: 98) felsefesi esas olmalıdır. O yüzden insanı, yasalarla ahlâkî davranışlara zorlamanın bizzat ahlâk kaidesinden yoksun olduğunu söylemeliyiz. Eğer Müslüman kalacaksak bunun yolu en başta kendimizi ıslah etmek ve davranışlarımızla başkalarına örnek olmaktır; yoksa siyasî veya idari mekanizmalarla başkalarını hizaya getirmek değildir. İslam’ın hoşgörülü, esnek ve kuşatıcı yorumu çok daha geniş kitlelerin kazanılmasına ya da dikkatinin çekilmesine hizmet edebilir. Ne de olsa eylemlerin gücü sözlerin gücünden daha fazladır.
Bütün büyük gerçekler basittir diye bir söz var. İslam insanların çalışması, kazanması, meşru yollarla mal-mülk sahibi olmasına karşı bir şey dememektedir. Dolayısıyla rasyonel iktisadî ilkeler İslam anlayışına ters değildir. Ancak, İslam ahlâkı varlıklı insanlara muhtaçları düşünme, onlara sahip çıkma görevi vermektedir. Ahilik ve vakıf geleneği bunun güzel örneklerini yansıtmaktadır. Üretmek, kazanmak ama aşırıya gitmemek ve başkasını düşünmek. Bu, iki dünya saadetinin de kapısını aralayan formüldür. Samimi Müslümanlık, başkalarının ürettiği değeri kamu otoritesi yoluyla zapt edip dağıtmaktan değil, kendi ürettiği değeri gönül rızasıyla vermekten geçer! Sarp yokuşu aşmak (Beled, 11-17) da herhalde böyle mümkün olabilir.
Kaynakça:
Arslan, A. (1994). Felsefeye Giriş. Vadi Yayınları. Ankara.
Baeck, L. (1997). “Klasik İslam Çağının İktisat Düşüncesi”, İçinde, İktisat Risaleleri, Derleyen ve çeviren: M. Özel, İz Yayıncılık, İstanbul. s. 83-110.
Bayraklı, B. (2015). Kur’an’sız Müslümanlık. Düşün Yayıncılık. İstanbul.
Beckwith, C. I. (2011). İpek Yolu İmparatorlukları. Çev: K. Yıldırım. ODTÜ Yayıncılık. Ankara.
Danışmend, İ. H. (2021). Garp Membalarına Göre Eski Türk Demokrasisi. Ötüken Neşriyat. İstanbul.
Duran, B. (1999). Osmanlı Akılcılığı. Nesil Yayıncılık. İstanbul.
Duri, A. İslam İktisat Tarihine Giriş. Endülüs Yayınları. İstanbul.
Ersoy, A. (2012). İktisadî Düşünceler Tarihi. Nobel Yayıncılık. Ankara.
Garaudy, R. (1984). İslam’ın Vadettikleri. Çev: S. Akdemir. Pınar Yayınları. İstanbul.
Ghazanfar, S. M. (2015). “Orta Çağ İktisat Düşüncesinde Kamu Ekonomisi”. İçinde, Orta Çağ İslam İktisat Düşüncesi. Ed: S. M. Ghazanfar, Çev: M. S. Akgönül. Klasik Yayınları, İstanbul. s. 303-322.
Güran, T. (2006). Ekonomik ve Mali Yönleriyle Vakıflar. Kitabevi. İstanbul.
Güran, T. (2017). İktisat Tarihi. Der Yayınları. İstanbul.
Gwartney, J. D., Stroup, R. L., Lee, D. R., Ferrarini, T. H. (2016). Temel Ekonomi. Çev: A. Uzun. Liberte Yayınları, Ankara.
Huberman, L. (1991). Feodal Toplumdan Yirminci Yüzyıla. Çev: M. Belge. İletişim Yayınları. İstanbul.
İzzetbegoviç, A. (2010). İslâmî Yeniden Doğuşun Sorunları, Çev: R. Ademi. Fide Yayınları. İstanbul.
İzzetbegoviç, A. (2014). İslam Deklarasyonu. Çev. R. Ademi. Fide Yayınları, İstanbul.
Jaspers, K. (1981). Felsefeye Giriş. Dergâh Yayınları. İstanbul.
Kallek, C. (1997). Asr-ı Saadette Yönetim-Piyasa İlişkisi. İz Yayıncılık. İstanbul.
Kallek, C. (2003). “Mâverdî”. TDV İslâm Ansiklopedisi. 28. Cilt. s. 180-186.
Koehler, B. (2016). İslam’ın Erken Döneminde Kapitalizmin Doğuşu. Çev. İ. Kurun, Liberte Yayınları. Ankara.
Kozak. İ: E. (1999). İnsan, Toplum, İktisat: İbn Haldun’dan Yola Çıkılarak Çok Yönlü Bir Tahlil Denemesi. Değişim Yayınları, Adapazarı.
Lombard, M. (1983). İlk Zafer Yıllarında İslam. Çev: N. Uzel. Pınar Yayınları. İstanbul.
Miquel, A. (1991). İslâm ve Medeniyet. Çev. A. Fidan-H Menteş, Birleşik Kitabevi.
Öksüz, İ. (2017). Niçin Geri Kaldık? Panama Yayıncılık. Ankara.
Özgen, A. (t.y). “Müslüman Ülkeler ve Demokrasi”. İnsani Değerler Derneği, https://www.insanidegerler.org/5522/musluman-ulkeler-ve-demokrasi. Erişim: 01.03.2024.
Pamuk, Ş. (2005). Osmanlı-Türkiye İktisadî Tarihi: 1500-1914. İletişim Yayınları. İstanbul.
Russel, B. (2012). Batı Felsefesi Tarihi. 2. Cilt. Çev: A. Fethi. Alfa Basım Yayın. İstanbul.
Sanandaji, N. (2020). Kapitalizmin Doğduğu Yer: Ortadoğu. Çev: A. Uzun. Liberte Yayınları, Ankara.
Sayar, A. G. (2008). Osmanlıdan 21. Yüzyıla Ekonomik, Kültürel ve Devlet Felsefesine Ait Değişmeler. Ötüken Neşriyat. İstanbul.
Skousen, M. 2003. Modern İktisadın İnşası. Çev: M. Acar, E. Erdem, M. Toprak. Liberte Yayınları. Ankara.
Tabakoğlu, A. (1994). Türk İktisat Tarihi, Dergâh Yayınları. İstanbul.
Tez, Z. (2014). İslam’ın Batı Cephesi. Hayy Kitap, İstanbul.
Turan, O. (1973). Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi. Turan Neşriyat. İstanbul.
Ülgener, S. (2006). Makaleler. Yayına hazırlayan: A. G. Sayar. Derin Yayınları. İstanbul.
Wikipedia, “Index of Economic Freedom”, https://en.wikipedia.org/wiki/Index_of_Economic_Freedom. Erişim: 03.03.2024.