“Bütün anti-liberal güçler liberal olan her şeyin karşısında birleşiyorlar.”A. Moeller van den Bruck
Nasyonal sosyalizmi her türlü entellektüel birikimden yoksun, irrasyonel bir hareket olarak yorumlayan çok yaygın bir görüş vardır. Bu yanlış bir görüştür. Öyle olsaydı, hareket şu andakinden çok daha az tehlikeli olurdu. Nasyonal sosyalizm doktrini uzun bir düşünce evriminin doruk noktasını teşkil etmiştir. Bu süreçte, Almanya sınırlarının çok ötesinde de etkili olabilmiş değişik düşünürler yer almıştır. Şurası gerçektir ki, bu doktrini üretenler, fikirleri tüm Avrupa düşüncesi üzerinde iz bırakacak kadar güçlü yazarlardır. Düşünce sistemlerini acımasız bir tutarlılıkla geliştirmişlerdir. Başlangıç mantığını bir kere kabul eden insanlar için, o mantıktan kurtulmak artık mümkün değildir. Doktrin, bireyci geleneğin tüm izlerinden kurtarılmış bir kolektivizm ile gerçekleştirilip güçlendirilmiştir.
Alman düşünürler gelişme sürecinde öncülük yapmakla birlikte yalnız değillerdi. Thomas Carlyle ve Houston Stewart Chamberlain, Auguste Comte ve George Sorel, doktrinin sürekli gelişiminde bir Alman kadar etkili olmuşlardır. Geçenlerde yayınladığı Nasyonal Sosyalizmin Kökleri adlı çalışmasında R. D. Butler, sistemin Almanya’daki gelişme çizgisini çok güzel özetlemiştir. Bu çalışmaya göre, yüzelli yıl boyunca değişmeden kalmalarına rağmen, 1914 yılına kadar bu fikirlerin Almanya’daki rolünü pek abartmamak gerekir. Çünkü bu fikirler, gerek Almanya içinde gerekse Almanya dışında ancak küçük bir azınlık tarafından paylaşılıyor, büyük çoğunluk
tarafından hafife alınıyordu.
O hâlde, bu görüşlerin, başlangıçta küçük bir reaksiyoner azınlıkça benimsenirken, zamanla Alman halkının büyük çoğunluğunun hatta tüm gençliğin desteğini kazanmasını sağlayan şey neydi? Bunların başarılı olmasını sağlayan şey sadece yenilgi, çekilen acılar ve nasyonalizm dalgası değildir. Hâlâ bazılarının inanmak istedikleri gibi sosyalizme karşı bir kapitalist tepkinin bu başarıda rol oynadığını sanmak da yanlıştır. Aksine, bu fikirleri iktidara taşıyan destek sosyalizmden gelmiştir. Hatta denilebilir ki, bu düşüncelere iktidar yolunu açan, burjuvazinin desteği değil, güçlü bir burjuvazinin yokluğu olmuştur.
Almanya’da geçmiş kuşaklara rehberlik etmiş olan doktrinler Marxizmin sosyalizmine değil, onun içindeki liberal unsurlara, enternasyonalizmine ve demokrasisine karşı çıkarılmıştır. Zamanla iyice anlaşılmıştır ki, sosyalizmin gerçekleşmesini engelleyen asıl unsurlar bunlardır. Solun sosyalistleri, giderek sağın sosyalistlerine yaklaştılar. Liberal olan her şeyi Almanya’dan kovan, sağın ve solun anti-kapitalist güçlerinin bileşimi, radikal ve muhafazakâr sosyalizmin karışımıydı.
Almanya’da, sosyalizm ve nasyonalizm arasındaki ilişki baştan beri güçlüydü. İlginçtir ki, Nasyonal sosyalizmin öncülerinden olan Fichte, Rodbertus ve Lassalle, aynı zamanda sosyalizmin de babaları sayılırlar. Marxist biçimiyle teorik sosyalizm Alman işçi hareketini yönlendirirken, otoriter ve nasyonalist unsur bir süre için perde gerisine çekilmiştir.(1)1914’ten itibaren Marxist sosyalizm saflarından birbiri ardına yeni yeni öğretmenler çıkmış ve nasyonal sosyalist camiaya, muhafazakâr ve reaksiyonerleri değil, çalışkan işçi ve idalist gençliği kazandırmışlardır. Böylece nasyonal sosyalist dalga yüksek bir seviyeye ulaşmış ve Hitler doktrinine dönüşmüştür. 1914 Savaşı’nın sonunda yaşanan Alman yenilgisinin yol açtığı ve hiçbir zaman tedavi edilememiş bir savaş histerisi, nasyonal sosyalizmi üreten modern gelişmenin başlangıcıdır. Büyük ölçüde, eski sosyalistlerin de katkılarıyla, nasyonal sosyalizm işte bu dönemde ortaya çıkmıştır.
Bu gelişmenin belki ilk ve bir bakıma da en karakteristik temsilcisi, 1915’de yayınlanan meşhur Handler und Helden (Tüccarlar ve Kahramanlar) adlı kitabın yazarı Profesör Werner Sombart idi.Sombart, başlangıçta Marxist bir sosyalistti ve hayatının büyük bir bölümünü Karl Marx’ın düşünceleri uğruna savaşmaya adadığını gururla belirtmişti. Alman düşüncesine Marxist unsurları nüfuz ettirmiş olanların başında gelen Sombart, sosyalist düşüncenin ve anti-kapitalist nefretin yayılması için de elinden gelen herşeyi yapmıştır. Bir ara, radikal görüşleri nedeniyle, üniversitede kürsü sahibi olması engellenen Sombart, sosyalist entelijansiyanın önde gelen temsilcisi olarak görülmüştür. Son savaştan sonra, bir tarihçi olarak çalışmaları, gerek Almanya gerekse İngiltere ve Amerika’da plânlamacıların çalışmalarında çok etkili olmuştur.
Bu eski sosyalist, yazdığı savaş kitabında, “Alman Savaşı”nı, Almanya’nın kahraman kültürüyle, İngiliz ticarî medeniyeti arasında kaçınılmaz bir çatışma olarak savunmuştur. Tüm savaşçı içgüdülerini yitirmiş İngiliz halkının ticarî görüşlerini alabildiğine küçümsemiştir. Onun gözünde, bireyin mutluluğuna yönelik evrensel çabalardan daha aşağılık bir şey söz konusu olamazdı. Sombart’ın İngiliz ahlâkının en yüksek düsturu olarak tasvir ettiği “âdil olun” maksimi, onun nazarında bir ticarî zihniyetin şimdiye kadar telâffuz ettiği en rezil düsturdu. Fichte, Lassalle ve Rodbertus tarafından formüle edildiği gibi, Alman düşüncesine göre devlet, fertler tarafından kurulup şekillendirilen bir kurum olmadığı gibi, fertlerin çıkarına hizmet amacını da taşımaz. O, ancak içinde fertlerin haklarının değil, sadece görevlerinin söz konusu olduğu bir Volksgemeinschaft’tır. Ferdin hakları sorunu daima ticarî bir ruhun ürünü olagelmiştir. 1789’un ideâlleri olan özgürlük, eşitlik ve kardeşlik; fertlere bazı avantajlar sağlamaktan başka amaç taşımayan ticarî ideâllerdir.
1914’den önce, kahraman bir hayatı amaçlayan Alman ideâlleri, İngiliz ticarî ideâllerinin, İngiliz konforunun ve sporunun sürekli ilerleyişi karşısında büyük bir tehlikeye mâruzdu. Mesele sadece İngiliz halkının yozlaşmasıyla kalmamıştı, rahat ve konfor çamuruna bulaşmış her sendikacı bu hastalığı diğer toplumlara da bulaştırmaya başlamıştı. Sadece savaş, Almanlara, başta ekonomik faaliyetler olmak üzere tüm faaliyetlerini askerî amaçlara tâbi kılmaları gereken, kahraman bir ırka mensup bir halk olduklarını hatırlatmıştı. Sombart, Alman halkının, savaşı kutsal bir olay olarak yücelttiği için, başka milletlerce küçümsendiğini de biliyordu. Savaşı insanlık dışı ve anlamsız görmek ticarî bir zihniyetin ürünüydü. Oysa, ferdî hayata üstün tutulması gereken hayatlar da vardır: Halkın hayatı ve devletin hayatı. Ferdin tek amacı, kendisini bu yüksek hayatlar için feda etmekten ibarettir. Sombart’a göre, savaş, hayatın kahramanca yorumundan ibarettir. İngiltere’ye karşı açılacak bir savaş, karşıt ideâle, yani bireysel ticarî özgürlük ve konfor peşindeki bir ideâle karşı açılmış bir savaş demek olacaktır.
Sombart’ın feveranı, o zamanlar pek çok Alman’a aşırı görünmüş olabilir. Ancak, bu arada başka bir Alman profesör, aynı ideâllere daha ılımlı, daha bilimsel ve dolayısıyla daha etkili bir tarzda yaklaşıyordu. Profesör Johann Plenge, Marx üzerinde Sombart kadar büyük bir otoriteydi. Onun Marx ve Hegel Üzerine adlı kitabı, Marxist öğretim üyeleri arasında modern Hegel rönesansının başlangıcını teşkil eder. Başlangıçta, düşüncelerinin sosyalist karekteri tartışılmayacak kadar açıktır. Savaşla ilgili çok sayıda yayını arasında en önemlisi, küçük olmasına rağmen çok tartışılmış ve ilginç bir başlığı olan kitabıdır: 1789 ve 1914: Politik Düşünce Tarihinin Sembolleşmiş Yılları. Kitap “1789 fikirleri”, yani özgürlük ideâli ile “1914 fikirleri” yani “organizasyon” ideâli arasındaki tartışmalara tahsis edilmiştir. O’na ve sosyalizmleri bilimsel ideâllerinin toplum meselelerine kabaca uygulanmasından ibaret olan bütün öteki sosyalistlere göre, “organizasyon” sosyalizmin esasıdır. Kendisinin haklı olarak vurguladığı gibi On Dokuzuncu Yüzyıl’ın başlarında Fransa’da Sosyalist hareketin kökeni buydu. Ne var ki, gerek Marx, gerekse Marxistler, soyut bir özgürlük düşüncesine fanatik ve ütopik bir biçimde yapışarak, sosyalizmin bu temel düşüncesine ihanet etmişlerdir.
Modern sosyalizmin önde gelen isimlerinden H. G.Wells’in belirttiği gibi, organizasyon fikri, özellikle iyi anlaşıldığı Almanya’da hayat bulmuştur. Almanya ile İngiltere arasındaki savaş bu yüzden iki karşıt prensibin çatışmasıdır. “Ekonomik Dünya Savaşı”, modern tarihin üçüncü büyük spiritüel mücadele dönemini teşkil eder. Bu savaş, tarihteki büyük Reform Hareketi ile Burjuva Özgürlük Devrimi kadar önemlidir ve On Dokuzuncu Yüzyıl’ın gelişmiş ekonomik hayatının doğurduğu iki gücün, Sosyalizm ile organizasyonun muzafferiyet mücadelesidir.
Düşünce alanında tüm sosyalist rüyaların en fazla taraftar bulduğu bir ülke olan Almanya, gerçek hayatta, ileri derecede organize edilmiş bir ekonomik sistemin güçlü bir mimarı hâline gelmiştir. –Biz Yirminci Yüzyılı temsil ediyoruz. Savaş nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, biz örnek halkız. Fikirlerimiz beşeriyetin amaçlarını tayin edecektir.- Tarihin şu anda şahit olduğu gibi, bizimle birlikte, yeni büyük bir hayat ideâli nihaî zafere yaklaşırken İngiltere’de Dünya Tarihi Prensiplerinden biri yıkılmak üzeredir.
1914 savaş ekonomisinin yarattığı toplum,
tarihte gerçekleştirilmiş ilk sosyalist toplum denemesi olup, sosyalist ruhun tekrar canlandığı bir dönemi temsil eder. Savaşın yarattığı ihtiyaçlar, Alman ekonomik hayatına sosyalist düşünceyi yerleştirmiştir. Ulusumuzun savunması, insanlık âlemine 1914 fikriyatını oluşturan organizasyon ve nasyonal sosyalizmin halk topluluğu (Volksgemeinschaft) kavramlarını hediye etmiştir. Farkına varmasak da gerek devlet, gerekse sanayide politik hayatımız yüksek düzeylere ulaşmıştır... Kamu görevlisinin ekonomik sorumluluk duygusu özel faaliyetlere de yayılmıştır... Alman ekonomik hayatının korporatif yapısı (Profesör Plenge’in yeterince olgunlaşmamış bulmasına rağmen) yeryüzünde tarihin tanıdığı en ileri devlet biçimini gerçekleştirmiştir.
Başlangıçta, Profesör Plenge, özgürlük ideâli ile organizasyon ideâlinin, bireyin, gönüllü olarak toplum iradesine boyun eğmesinin sağlanmasıyla uzlaştırılabileceğini ümit etmişti. Ancak, kısa bir süre sonra, liberal düşüncelerin izleri bile yazılarından kaybolmuş ve sosyalizm ile acımasız bir güç politikasının zorunlu birliği düşüncesine varmıştır. Savaşın bitimine çok az kala sosyalist Die Glocke gazetesinde yurttaşlarını tahrik etmiştir:
Sosyalizmin bir güç politikası olarak kabulünün zamanı gelmiştir. Çünkü sorun bir organizasyon sorunudur. Sosyalizm, gücü akılsızca tahrip eden değil, onu kazanması gereken bir sistemdir. Halkların savaşma zamanı geldiğinde, sosyalizmin karşılaşacağı temel sorun, kimin halkın organizasyonu konusundaki üstün meziyetleriyle iktidara çağrılacağıdır.
Sonunda adeta Hitler’in Yeni Düzen’ini haklı çıkaracak düşünceler üretir:
Kendisi bir tür organizasyon olan sosyalizm, insanlara, bireysel ekonomik anarşiye götürecek mutlak bir özerklik hakkı da tanımaz. Bireye, ekonomik hayatta mutlak bir özerklik tanımaya hazır mıyız? Tutarlı sosyalizm, halka ancak tarihî olarak belirlenmiş gerçekçi güç dağılımına saygılı olma kaydıyla katılma hakkı tanıyabilir.
Plenge’nin çok açık bir biçimde ifade ettiği ideâller, hayatın tüm boyutlarının merkezî olarak plânlanmasını ısrarla isteyen bazı Alman bilim adamları ve mühendisleri çevresinde popüler olmuştur. Bunların arasında, tanınmış fizikçi Wilhelm Ostwald’ın görüşleri oldukça ilginçtir. Onun açıkça;
“Almanya, şimdiye kadar organizasyon zaafiyetinden muzda rip Avrupa’yı organize etmek istiyor. Alman ırkı, organizasyonun anlamını ilk keşfeden ırktır. Öteki uluslar bireyci rejimler altında yaşarlarken, biz organizasyon olgusunu çoktan gerçekleştirmiş durumdaydık” dediği söylenir.
Benzer görüşleri Alman hammade imparatoru Walter Rathenau da ileri sürmüştü. Uyguladığı ekonomi politikasının sonuçlarını önceden kestirebilseydi tüyleri mutlaka ürperecek olan bu şahıs Nazi düşüncesinin gelişim tarihinde önemli bir yer tutar. Son harp sırasında ve hemen sonrasında Almanya’da yetişen kuşağın ekonomik görüşlerini büyük ölçüde etkilemiştir. En yakın arkadaşları, Goering’in Beş Yıllık Plân Yönetiminin kurmay heyetinin belkemiğini oluşturmuştur. Başka bir benzer görüş de eski Marxistlerden Friedrich Naumann’a aittir. Mitteleuropa adlı kitabı muhtemelen Almanya’da en fazla satan savaş kitabı olmuştur.(2) Ancak, bu fikirlerin geliştirilmesi ve yayılması misyonu, Reichtag’daki Sosyal Demokrat partinin sol kanadına mensup aktif bir politikacıya bırakılmıştır. Paul Lensch eski kitaplarında savaşı “İngiliz burjuvazisinin, sosyalizmin ilerleyişi karşısında korkup kaçması” şeklinde tanımlamış ve sosyalist özgürlük ideâlinin İngiliz özgürlük anlayışından ne kadar farklı olduğunu açıklamıştı. Onun, Plenge’nin etkisi altında kalarak yazdığı Dünya Ihtilâlinin Üç Yılı adlı savaş kitabı, karakteristik düşüncelerini içerir.(3) Lensch, oldukça tutarlı bir saptama yaparak, Bismarck tarafından benimsenen korumacı bir siyasetin Almanya’da, Marxist terimlerle sınaî kalkınmanın ileri aşaması olarak nitelendirdiği yoğunlaşma ve kartelizasyona yönelik bir kalkınmayı başlattığını ileri sürmüştür. Fikirlerini şöyle özetleyebiliriz:
Bismarck’ın 1879 yılındaki kararından sonra Almanya ihtilâlci bir rol üstlenmiştir. Böyle bir devletin, dünyanın geri kalan kısmına nispetle daha ileri bir ekonomik sistemi temsil etme misyonu vardır. Bunun bilinciyledir ki şu anda yaşamakta olduğumuz dünya devriminde Almanya devrimci, onun en büyük rakibi İngiltere ise karşı-devrimci tarafı temsil etmektedir. Bu gerçek, ister liberal ve cumhuriyetçi veya ister monarşik ve otokratik olsun, bir ülkenin anayasasının, tarihî gelişme noktai nazarından o ülkenin liberal sayılıp sayılmayacağını ne kadar az etkilediğini ispatlar. Yahut daha açık ifade etmek gerekirse, bizim liberalizm, demokrasi vs. anlayışımız İngiliz ferdiyetçi düşüncesinden türemiştir. Buna göre, zayıf hükümetli bir devlet liberal bir devlettir ve ferdî özgürlük üzerindeki her kısıtlama otokrasinin ve militarizmin bir ürünü olarak kabul edilir.
Yüksek bir hayat tarzının “tarihî olarak belirlenmiş temsilcisi” olan Almanya’da, sosyalizm mücadelesi olağanüstü derecede basitleşmiştir. Bunun nedeni, sosyalizmin temel koşullarının orada daha önceden gerçekleştirilmiş olmasıdır. Almanya’nın dünya devrimi gibi büyük bir misyonu başarabilmesi için, onun, içeride yeterince güçlendirilmesi her sosyalist partinin görevi olmalıdır. Almanya’ya karşı açılan Antant savaşı, ilkel bir kapitalizmin, aşağılık burjuvazisinin çöküşünü önlemek için giriştiği çaresiz bir teşebbüsten başka bir şey değildir.
“Kapital”in organizasyonu savaştan önce bilinçsiz bir şekilde başlamış, savaş zamanı bilinçli olarak devam etmiş olup savaş sonrasında da sistemli olarak sürdürülecektir. Herhangi bir organizasyon sanatı yoluyla veya sosyalizm sosyal gelişmenin yüksek bir ilkesi olarak kabul edildiği için değil. Bugün sosyalizmin pratik öncüleri olan kişiler, yakın zamana kadar onun adeta yeminli muhalifleriydiler. Sosyalizm geliyor ve belli bir ölçüde geldi bile, artık onsuz yaşamamız mümkün değildir.
Bu eğilime hâlâ karşı gelmeyi sürdüren insanlar liberallerdir.
İyi eğitilmiş tüm Alman burjuvazisi farkında olmadan İngiliz standartlarıyla düşünme eğilimindedir. Onların “özgürlük”, “medenî hak”, “anayasacılık” ve “parlâmentarizm” gibi siyasal kavramları, İngiliz liberalizminde tecessüm etmiş, Ondokuzuncu yüzyılın ellilerde, altmışlarda ve yetmişlerde Alman burjuvazisinin sözcülerinin de benimsediği, dünyanın ferdî algılama biçimidir. Ancak, bu standartlar, modası geçmiş standartlar olup, tıpkı modası geçmiş İngiliz liberalizminin savaşta paramparça olarak yok olması gibi yok olmaya mahkumdurlar. Şimdi yapılması gereken şey, geçmişten tevarüs edilen bu politik fikirlerden kurtulup yeni bir devlet ve toplum kavramının geliştirilmesine yardımcı olmaktır. Bu bağlamda sosyalizm, bireyciliğe karşı bilinçli ve kararlı bir muhalefeti temsil etmelidir. Belirtilmelidir ki, reaksiyoner denilen Almanya’da çalışan sınıflar, kendileri için devlet hayatında İngiltere ve Fransa’dakinden daha güçlü bir pozisyon yaratabilmişlerdir.
Lencsh, gerçek payı hayli yüksek bir düşünce çizgisi izleyerek devam etmektedir:
Sosyal demokratlar, seçimler sayesinde, Reichtag’da, Devlet Parlâmentosunda ve mahallî meclislerde kazanabilecekleri bütün mevzileri kazandılar ve devletin tüm organlarına geniş ölçüde sızdılar. Ancak bu, devletin çalışan sınıf üzerinde etkisinin artması gibi yüksek bir bedele mal oldu. Sosyalistlerin elli yıl boyunca faal ve yorucu çalışmalarının sonunda ulaşılan devlet, artık ilk parlamenter seçimlerin yapıldığı 1867’deki devlet değildi. Sosyal demokrasi de o zamanki kimliğinden çok uzaklaşmıştı. Artık, devlet sosyalizasyon, sosyal demokrasi ise nasyonalizasyon sürecine girmiştir.
Plenge ve Lensch, nasyonal sosyalizmin önde gelen isimlerinden Oswald Spengler, A. Moeller van den Bruck gibi iki önemli kişiye önemli ölçüde etki etmişlerdir.(4)Bunlardan ilkinin ne kadar sosyalist sayılabileceği konusunda farklı görüşler vardır. Ancak, onun “Prusyanizm ve Sosyalizm” adıyla 1920’de yayınladığı bir makalesinde ortaya attığı düşünceler Alman sosyalistlerinden geniş kabul görmüştür. Argümanlarından birkaç örnek vermek yeterlidir. “Bugün aralarında bir kardeş kavgası var gibi görünse de Prusya ruhu ile sosyalist düşünce aslında tek ve aynı şeydir.” Almanya’daki Batı Uygarlığının temsilcileri ve Alman liberalleri “Jena Muharebesi’nden sonra, Napolyon’un alman topraklarında bıraktığı gizli İngiliz Ordusudur.” Spengler’e göre, Hardenberg, Humboldt ve diğer tüm liberal reformcular hep “İngiliz” idiler. İşte bu “İngiliz” ruhu, 1914’te başlamış olan Alman ihtilâliyle söndürülmüştür.
Batı’nın son üç ulusu, “Özgürlük, Eşitlik ve Toplum” sloganının temsil ettiği üç varlık biçimini amaçlamışlardır. Bunlar, liberal parlâmenterizm, sosyal demokrasi ve otoriter sosyalizm gibi politik biçimlere bürünmüş olarak görünürler.(5) Alman, daha doğrusu Prusya içgüdüsüne göre güç, bütüne aittir. Herkesin yeri bellidir. Fert, ya komuta eder, ya da itaat! Bu, onsekizinci yüzyıldan beri devam eden, İngiliz liberalizmi ve Fransız demokrasisinin taşıdığı anlamın tersine, otoriter, illiberal ve antidemokratik bir sosyalizmdir. Alman toprağında, birçok nefret edilen ve kötü şöhretli zıtlıklar vardır, fakat yalnızca liberalizme iyi gözle bakılmaz.
İngiliz ulusunun yapısı zengin ile yoksul arasındaki ayrıma dayanırken, Prusya ulusunun yapısı komuta ile itaat ayrımına dayanır. Her iki ülkede sınıf ayrımının anlamı temelden farklıdır.
İngiliz rekabetçi sistemi ile Prusya “ekonomik yönetimi” arasındaki temel farka ve Bismarck’tan beri ekonomik faaliyetin bilinçli organizasyonunun giderek daha sosyalist şekiller aldığına işaret eden Spengler devam eder:
Prusya’da kelimenin en görkemli anlamında gerçek bir devlet varolmuştur. Orada özel şahıslar söz konusu olmazdı. Sistem içinde yaşayan herkes bir saat hassasiyetiyle çalışan çarkın bir dişlisi gibidir. Kamu işletmelerinin yönetimi, parlâmentarizmin varsaydığı gibi, özel kişilerin eline teslim edilemez. O bir Amt (vazife)’dır. Ve sorumlu politikacı bir kamu görevlisi olup, “bütün”ün hizmetlisidir.
Prusya düşüncesi’ne göre herkes devlet memuru hâline gelmeli, tüm maaş ve ücretler devlet tarafından belirlenmelidir. Her türlü işletme yönetimi maaşlı bir iş hâline gelmelidir. Geleceğin
devleti Beamtenstaat (Memur devleti) olacaktır. Fakat:
Sadece Almanya’nın değil, tüm dünyanın, fakat Almanya tarafından tüm dünya için çözülecek hayatî sorunu, devletin mi ticarete, yoksa ticaretin mi devlete hâkim olacağıdır. Bu soru karşısında Prusyanizm ile sosyalizmin tavrı aynıdır... Prusyanizm ve sosyalizm adeta, toprağımızdaki İngiltere’ye karşı savaşmaktadırlar.
Bundan bir adım sonra, nasyonal sosyalizmin aziz patronu Moeller van den Bruck “Dünya Savaşı”nın temelde liberalizm ile sosyalizm arasındaki bir savaş olduğunu ilân etmiştir. “Batıya karşı savaşı kaybetmiş bulunuyoruz. Sosyalizm, liberalizm karşısındaki savaştan yenik çıkmıştır”6 Spengler gibi, o da, bundan dolayı, liberalizmi baş düşman olarak görmüştür. Moeller’e göre:
Bugün Almanya’da liberal yoktur, genç ihtilâlciler vardır. Genç muhafazakârlar vardır. Acaba kimdir liberal? Liberalizm, Alman gençliğinin midesini bulandıran, nefret ettiren ve istihfafla7 baktıran bir hayat felsefesidir. Çünkü ondan daha yalancı, daha iğrenç ve Alman milletinin filozofisine daha karşıt bir şey yoktur. Alman gençliği, bugün liberalleri, bir can düşmanı olarak kabul eder.
Yine Moeller’e göre, Üçüncü Reich, Almanlara, kendi tabiatlarına uygun, Batı liberal düşüncesinin bulaşıp kirletmediği bir sosyalizmi kazandırmak için düşünülmüş ve bu amacında başarılı olmuştur.
Görüşlerine kısaca değindiğimiz yazarları kesinlikte birbirlerinden bağımsız fenomenler olarak kabul etmemek gerekir. Daha 1922’de, bir bağımsız gözlemci, Almanya’da o zaman göze çarpan “oldukça özgün ve ilk bakışta şaşırtıcı gelebilecek bir olaydan” söz eder:
Kapitalist düzene karşı verilen savaş, Antant’a karşı ruh ve ekonomik organizasyon silâhlarıyla verilen bir savaşın devamı olarak kabul edilebilir. Bu yol, Alman halkını, kendisinin en soylu geleneklerine dönüşünü temsil eden pratik sosyalizme götüren yoldur.(8)
Almanya’yı mağlûp eden liberalizme karşı savaş açma düşüncesi, sosyalistleri ve muhafazakârları ortak bir cephede birleştirmiştir. Bu düşüncelerin kolayca kabul edildiği, sosyalizm ve nasyonalizmin aynı potada eritildiği zemin Alman Gençlik Hareketi olmuştur. 1920’li yılların sonlarına doğru, Hitler’in iktidara gelişine kadar Die tat adlı gazetenin etrafında toplânan ve Ferdinand Fried tarafından yönlendirilen bir gençlik grubu, entellektüel çevrede bu geleneğin üssü hâline gelmiştir. Fried’in Ende des Kapitalismus’u, Almanya’daki adıyla bu Edelnazis grubunun karakteristik ürünüdür. Bu kitap, gerek sağ, gerekse sol sosyalistlerin, bugün İngiltere’de olduğu gibi liberal olan herşeyi küçümseyen görüşlerine çok benzeyen düşüncelerle huzur bozucu bir kitaptır. Çok sayıda yazar, nasyonal sosyalizmin başarılı olduğu atmosferi hazırlarken “muhafazakâr sosyalizm” (başka çevrelerdeki adıyla ‘Dinî sosyalizm’) gibi bir sloganı çok sık kullanmışlardır. Batı âleminin değerlerine karşı “ruhsal ve ekonomik organizasyon silâhları” ile sürdürülen savaş, gerçek savaş başlamadan başarıya ulaşmıştır.
Dipnotlar
(1) Sosyal-Demokrat Parti’nin liderlerinden August Bebel 1892 yılında Bismarck’a şunu söyleyebiliyordu: “Empeyal Şansölyemiz, Alman sosyal demokrasisinin, militarizmin hazırlık okulu olduğundan emin olabilirler.”
(2) Naumann’ın tipik Alman sosyalizm ve emperyalizm bileşimi üzerine ileri sürdüğü görüşlerinin özeti R. D. Butler’in The Roots of National Socialism adlı eserinin 203-209’uncu sayfaları arasında yer almaktadır.
(3) Paul Lensch, Three Years of World Revolution, Londra, 1918. Kitabın İngilizce tercümesi, uzak görüşlü bir kişi tarafından daha savaş sırasında gerçekleştirilmiştir.
(4) Plenge ve Lensch’den aynı şekilde etkilenenler içinde Nazizmi yaratan kuşağın entellektüel önderleri arasında zikredilebilecek başka isimler de vardır. Othmar Spann, Hans Freyer, Carl Schmitt ve Ernst Jünger gibi. Bu açıdan Aurel Kolnai’nin The War Against The West (1938) adlı kitabını gözden geçiriniz. Bununla beraber, bu eser, kendisini, bu ideâller zaten nasyonalistler tarafından benimsenmiş iken, savaş sonrasını incelemeyle sınırlandırarak, bu ideâllerin sosyalist yaratıcılarını ihmâl etme hatasıyla malüldür.
(5) Pengler’in bu formülü, anayasa hukukunda bir Nazi eksperi olan Carl Schmitt’in fikirlerinde yankısını bulmuştur denilebilir. Ona göre hükümetlerin evrimi üç diyalektik evreden geçer: Onyedinci ve Onsekizinci yüzyılların mutlak devletinden başlar, Liberal Ondokuzuncu Yüzyıl’ın nötr devletiyle devam eder ve sonunda Devlet ile Toplum’un özdeşleştiği totaliter devletle neticelenir. (Carl Schmitt, Der Hülter der Verfassung, Tübingen, 1931, s. 79).
(6) Moller van den Bruck, Sozialismus und Aussenpolitik, 1933, s. 87, 90,100. Burada yeniden basılan makaleler, özellikle “Lenin ve Keynes” üzerindeki burada temas edilen tartışmayı daha genişlemesine ele alan makaleler, ilk defa 1919 ve 1923 arasında yayımlanmıştır.
(7) Küçümseme, hor görme, hafifseme.
(8) K. Pribram, “Deutscher Nationalismus und Deutscher Sozialismus”, Archiv für Sozialwissenschaft und Sozialpolitik, vol. 49. 1922, ss. 298-9. Yazar başka bir örnek olarak “Almanya’nın sosyalist dünya misyonu”nu öven Max Scheler ile aynı görüşü savunan ve yeni Volksgemeinschaft ruhunu dile getiren Marxist K. Korsch’u göstermektedir.
*Friedrich August von Hayek, “Nazizmin Sosyalist Kökleri”, Kölelik Yolu içinde, Liberte Yayınları, 2004, Çev. Turhan Feyzioğlu – Yıldıray Arsan, s. 231-244.
Kitabın tamamı için Liberte Yayınları