İnsan varolduğu günden bugüne değin her an çeşitli güçlerle kendini bir savaşım içinde bulmuştur. Bu savaşım bazen öylesine ileri bir boyuta ulaşır ki, insan kendi aklıyla bile çatışabilir. Bu çatışmaların sonunda ortaya ya bir uzlaşı çıkar ya da çatışan iki güçten biri tutarlılığı ve güçlülüğü ölçüsünde diğerine karşı üstün gelir. Yaşam ve siyaset bunun örnekleri ile doludur.
“Sözleşmeci Kuramda” insanlar “güç egemen” ortamdan (yani doğa halinden) “yönetsel egemenlik” ortamına geçiş yapmak zorunda kalmıştır. Bu bir ihtiyaçtır. Çünkü sadece gücün egemen olduğu bir yaşamsal alan “yaşanabilir” sıfatını taşıyamaz. Burada her şey çatışmaktadır, basit kurallar en derin gerçeklermiş gibi algılanmaktadır. Yani çatışan güçler uzlaşıya burada asla ve asla ulaşamazlar. En güçlü olan hâkimdir ve o her şeyi yönetir. İşte burada “egemen” dışındakiler için “yaşanabilir bir dünya” varolamaz. Bir Arap atasözü buna şöyle açıklık getirir: “Hüküm galibindir.” Buraya kadar yönetsel olarak bir sorun göze çarpmamaktadır. Güçlü egemendir yönetir; güçsüz etkisizdir yönetilir. Peki, çatışma neden yaşanır? Yani herkes eninde sonunda yönetilen olacaktır, varsın “güçlü” olan yönetsin ne sorun olabilir ki? Sorun şudur: Güçlü çatışımdan zaferle çıkınca doğal olarak, bu zaferle sağladığı avantajları sürdürebilmek, yürütebilmek için bir dizi kuralları, yöntemleri ortaya koyacaktır, tamamen kendi “keyfiyetiyle ve hiçbir sınır tanımadan” . Diğerlerine ise biçilen rol –güçlüye göre- sistemin devamını, yürümesini sağlamak olacaktır. İşte bu duruma insanlar, yönetilenler “düşünen” bir varlık olarak direniş göstereceklerdir. Bu karşı çıkışın gerekçesi ise işte “özgürlük” dediğimiz kavramdır. Diğer bir deyişle “özgürlük istemi” bu direniş mekanizmasını harekete geçirir.
Bir çatışmadan söz ettik. Öncelikle bu çatışmanın\savaşımın nedenleri üzerinde durmakta yarar var. İnsanoğlunun artan sayısıyla birlikte, ortaya birtakım sorunlar çıkmıştır. Bu sorunlardan belki de en önemlisi “yönetilmezlik” sorunudur. Şimdi şu soru akla gelebilir: Ortada bir yönetim var mıdır ki, yönetilmezlik sorunu ortaya çıksın? Bu sorunun cevabı evettir. Şöyle ki ilk insandan bu yana, insan sayısı iki veya daha yukarı bir sayıya ulaştıysa orada adı, biçimi, düzeyi ne olursa bir yönetim mevcuttur. Yönetilmezlik sorunu ile baş başa kalan insanlar, iradeleri ölçüsünde bu sorunu aşabilmek için çaba göstermişlerdir. Bu çabalar yönetim olgusu üzerinde etki yapabilme isteğidir. Yani insanlar kendi yaşamlarını ne oranda “kendi istedikleri” gibi şekillendirebiliyorsa, o oranda huzurlu, istekli ve uzlaşır nitelikte olurlar. Bu durum yönetilmezlik sorununu aşabilecek kudreti elde edenlerin yönetmesini sağlayacaktır. Çatışma insanoğlunun nitel yönünden kaynaklanır. Yani çatışma güdüsü insanda her zaman mevcuttur. Bunu bir amaca ulaşmak veya sadece kendisi için yapar. İşte “özgürlük”; insanlara yaşamlarını şekillendirebilme ve yaşanabilir bir ömür yaratmada bazen gerekçe bazen de neden olur. Özgür birey, özgün bir yaşamı ortaya koyacaktır. Bu da toplumun sağlıklı bir şekilde, devam ve istikrar içinde yaşamasını sağlayacaktır.
Özgürlük 21.yy’nin sihirli kelimelerindendir. Şöyle ki özgürlük ve demokrasi birlikte bugün dünyanın her yerinde saygı gören ve üzerinde tartışmaya istekli kalabalıklar doğuran iki kavramdır. Bilindiği üzere demokrasi 21.yy’nin paradigması niteliğinedir. Demokratik teori göz önüne alındığında özgürlüksüz bir demokrasinin varlığından söz edebilmeye imkân olmadığını görmek aşikârdır.
Yunan filozof Epiktetus (Epictetus) özgürlüğü adeta haykırır ve boyutunu ortaya koyar: “Ayaklarıma pranga vurabilirisiniz fakat inancıma vuramazsınız. Bunu Zeus bile engelleyemez.” Epiktetus özgürlüğü insanın içinde taşıdığını gösteriyor. Bunu Zeus’un bile engelleyemeyeceğini söylemek özgür düşünceye hiçbir şeyin engel olamayacağını söylemek demektir. İnsanın iç isteğinin ne kadar önemli olduğu burada ortaya konmaktadır. Bu iç isteğin yani iradenin doğrultusunda yaşam isteği ilk olarak yaşanabilir bir hayat ikinci olarak da “anlamlandırılabilir” bir dünya ve yaşam isteğinin kendisidir. Bir insana rızası gözetilmeden bir şey yaptırmak, her gün iyice güçlenen bir düşman yaratmak demektir. Çünkü insan doğası gereği özgür bir yapıya sahiptir. Kendini baskı altında hissettiği an direnişe geçecektir. Ve bu durumda insanın çatışmacı ve uzlaşmaz bir tavır takınması olağandır. Buradan anlaşılacağı üzere özgürlük “düşmanlıkların olmadığı” bir yaşamsal alan yaratabilir. Ancak özgürlüklerin varolduğu bir yaşamda elbette ki bazı kural ve sınırları beraberinde getirecektir. Bu bir paradoks oluşturmaz. Şöyle ki özgürlük sorumsuzluk demek değildir. Düşmansız bir hayat yaratıcısı olan özgürlük, sadece keyfiyete dayanan bir sistemi amaçlamaz. Özgürlük insana sorumluluk yükleyen ve buradan topluma bir “kontrol mekanizması” yerleştiren kurumsal bir bütün olarak da tanımlanabilir. Herkes her istediğini, istediği şekilde ve istediği her an yapabilme kudreti olarak tanımlansaydı özgürlük; bu “doğa halindeki” çatışmacı ve güç-egemen yönetimden farksız olurdu. Kısacası özgürlük sorumsuzluk demek değildir. İnsanlara daha güzel bir dünya ve hayat yaratandır. Sorumluluk sahibi bireylerin oluşturduğu toplumlarda özgürlük vardır. Yoksa özgürlük salt keyfiyete dayanan, kuralsızlıklar bütünü değildir, olamaz da.
Özgürlükçü bir hayat bireyin kendini gerçekleştirmesinin aracıdır, sağlayıcısıdır. Birey ifade, yaşam ve mülkiyet özgürlükleri gibi bir dizi özgürlüğe sahipse yaşam isteği duyar. Yoksa özgürlüklerin olmadığı yerde hayat anlamını kaybeder. “Güdümlü” bir hayat yaratmaya çalışan sistemler çökmüştür, yaşıyorsa çökecektir. Tutucu rejimlerin yıkılışı buna iyi birer örnektir. (Faşist Almanya ve Komünist Sovyet Rusya gibi) Özgürlüğü küçümseyen bir anlayış eylemlerini gerçekleştirirken kendi keyfiyetine göre davranır. İşte bu durumda bireyler, sistemin kendi kendine imhasını gerçekleştirecek düzeneğe enerji aktarırılar. Ve bu düzenek sistemin çöküşünü gerçekleştirecek en önemli ve cesur adımdır. İnsanlar özgürlüğe sahip olamazlarsa, varolduğu ve yaşadığı topluma karşı “aitlik ve sahiplik” hissini yaşamaz. Bu “vatandaşlık-yurttaşlık” duygusunu insanların hissetmez hale gelmeleri demektir. Bu durumda hangi sistem ayakta durabilir ki? İşte özgürlük başka bir yönüyle “sistemin ve yönetimin sigortası” niteliğindedir. Şu durumda göz önünde bulundurulmalıdır. Özgürlüğe sahip olan insanlar tutarlı ve dengeli bir yaşam sürerler. Bunu bir örnekle açıklamakta yarar var. Bir evi, bir işi ve bir eşi olan adam elbette ki elindekileri korumak için tutarlı bir hayatı tercih edecektir. Özgürce yaşadığı ve özgürce tasarruflarda bulunduğu ölçüde yaşama sarılacaktır. Sorumluluk sahibi olur çünkü kaybetmekten korkar. Zaten insanlar kendilerini esir etmek için değil özgür olabilmek için servet sahibi olmak isterler. İşte bu sahiplik sorumluluk yaratır ve tutarlı bir hayatın ilk beliryecilerindendir. Hiçbir şeye sahip olmayan, özgürlüğü ipotek altına alınmış bir kişi kaybetme korkusu yaşamayacağından sistem ve hayata “dengesiz” imzalar atacaktır. Bu özgürlüğün diğer bir boyutudur. Bu birey direnecektir elbette ve direnirken de hayata, insanlara doğrudan veya dolaylı olarak zarar verecektir. Bunun ardından sistemin karar vericileri bu direnişi sistemin selahiyeti ve istikrarı için bastırmak için bir dizi eylemlerde bulunacaktır. Bunu baskı ve şiddetle halletme yoluna gitme toplumda çok büyük yaralar açacaktır. Ve bu direniş bittikten sonra ortaya çıkan durumun bir önceki duruma göre “daha az özgürlükçü” olması kaçınılmazdır. Bireyler özgürlük sahibi olmalı ki sistem kendi döngüsel dengesi içinde yaşayabilsin. Güdümlü bir hayat yerine özgürlük istemi en doğal haktır. Özgürlük varolamazsa hayatın anlamı kaybolur. Bu içi boş bir söylem değildir. Düşünün ki her davranışınız belirleniyor olsaydı ne olurdu sizce? Bu sorunun cevabı şudur: Böyle bir durum olsaydı insan -kendi düşüncesinde- dünyanın en büyük “özgürlük savaşçısı” konumuna gelirdi. Yani çatışırdı, yani bir şeylere düşman olurdu. Sistemi, hukuku zedelerdi. Anlamsızlıklar üzerinde inşa olmuş bir yaşama sahip olurdu. Özgürlük; bu anlamda insana yaşam alanı veren ve yaşadığı hayatın yaşanılabilir kılınmasını sağlayan yegâne ölçüdür. Özgürlüğün olduğu yerde ilmî, fikrî, siyasî ve bunların beraberinde toplumsal gelişme yaşanır. Teoriler özgür bir ortamda oluşturulur ve özgür tartışmalar da bu gelişimi hızlandırır ve kolaylaştırır. İşte bunu sağlayan özgürlüktür. Teorilerin alanı ne olursa olsun, uygulamaların ön ayağıdır. Özgür yaşamın teorileri; cesur, rasyonel ve gerçekçi olur. Bu durum da uygulama-teori çatışması yaşanmaz. Çünkü özgürlük varsa bir yerde tartışmalarda bu temelde gelişir. Bu tartışmalar her renkten görüşü değerlendirerek güzel bir ahenk içinde “kamu yararını” en çok gözeten görüşü bulur ve uygular. Böyle bir sistemde düşmanlıkların varolabilmesi elbette ki mümkün değildir. Çünkü özgürlük; insanın iradesi doğrultusunda, kendi dışındaki değişkenleri de göze alarak, sorumluluk bilinci içinde istediklerini yapabilmesidir.
Sonuç olarak özgürlük hayatımızda bir vazgeçilmezdir. Özgürlük günümüzde toplumları ve bu eksende bireyleri, üretken kılan, ortak ve yaşanabilir bir yaşam alanı yaratan, yönetilenlerin rızasını sağlayıp iktidarı meşrulaştıran, barışçıl sistemleri doğuran, çatışmayı reddeden bir kavramdır. İnsanlık ilk günden bugüne ihtiyaç olarak özgürlüğü hissetmiştir. Bu hissediş insanları yaşama istekli bireyler haline getirmiştir. Yani istediğini yapabilmek duygusu insanları uyumlu, huzurlu, sorumlu bireyler haline getirecektir. Düşünsenize yarın ne yapıp ne yapamayacağımız belirlenmiş olsa kim o yarını yaşamak isterdi ki?
Ömer Bulduk
Afyon Kocatepe Üniversitesi, Uşak İİBF, Kamu Yönetimi Bölümü Öğrencisi