I. Giriş
‘Bireyin, kendi hayatını kendi tercihlerine göre oluşturmasında ve idame ettirmesinde başkaları tarafından keyfi olarak engellenmemesi’; çağlar boyunca siyasal düşünceler tarihinde, sosyal ve siyasal teorilerin odak noktasında yer almıştır. Ancak sosyal ve siyasal teorilerin ‘özgürlük’ kavramına biçtikleri değerler farklı olmuştur. Mamafih, faşizmin veya sosyalizmin özgürlüğe bakış açısıyla liberalizmin özgürlüğe atfettiği değer arasında önemli farklar bulunmaktadır.
Bu doğrultuda çalışmanın temel noktasını, özgürlüğü bir ‘amaç’ olarak gören liberal düşünüş oluşturacaktır. Çalışma; ‘Doğal hukuk’ ve ‘doğal haklar’ gibi ‘özgürlük’ mefhumunun felsefî temelleri üzerine inşa edilecektir. Daha sonra bireyin ‘siyasî otorite’ ile olan ilişkileri yine özgürlük çerçevesinde ele alınacaktır. Son olarak Türkiye’de özgürlük ihtiyacı ve özgürlüğün kurumsallaştırılması üzerine birkaç öneride bulunulacaktır.
II. Bir ‘Özgürlük Teorisi’ olarak Liberalizm
İnsan doğasını, temel hareket noktası olarak gören sosyal teorilerin varsayımları insanın iyi veya kötü; barışsever veya savaşsever olmasıdır. T.Hobbes’a göre kötü olan insan doğası; J.Locke’a göre ‘iyi’dir. Nitekim Locke’un tabiî durumunda insanlar Hobbes’unkinde olduğu gibi birbirlerini parçalama peşinde koşan kurtlar değildir. Locke’a göre:
“Doğa durumunu yöneten ve herkesi bağlayan bir doğa yasası vardır. Bu yasadan başka bir şey olmayan akıl, ona danışan bütün insanlığa eşit ve özgür olduklarından, kimsenin başkasının sağlığına, özgürlüğüne ve mallarına zarar vermemesi gerektiğini öğretir.” (YAYLA 1992: 31)
Bu bağlamda insan rasyonalitesinden kaynaklanan ve ebedî olan tabiî hukuk değiştirilemez. Aynı zamanda evrensel olan tabii hukuk sonradan oluşturulan pozitif hukuka da üstündür ve ona kaynaklık eder. Locke’un görüşlerinin temelini oluşturan tabiî hukuk çerçevesinde, bireyin üç doğal hakkı mevcuttur; yaşam, özgürlük ve mülkiyet. Bu üç temel hak evrenseldir ve insanın doğasında vardır. Pozitif hukukla sınırlandırılması veya ortadan kaldırılması mümkün değildir.
Doğal hukuka yönelik Locke’un ussal yaklaşımının yanı sıra David Hume’un ‘Kendiliğinden gelişme’yi ön plana çıkaran ‘Kendiliğinden Düzen’(spontaneous order) anlayışı mevcuttur. Hume’un bu perspektifinde, kurallar tedricen gelişir ve yavaş bir ilerlemeyle geçerlilik bulur. İhlâl edilmelerden doğan sakıncaların görülmesiyle güç kazanır. (YAYLA 1992: 57)
Bu şekilde ister Locke’un ussal yaklaşımı olsun, isterse de Hume’un ‘kendiliğinden gelişme’ci anlayışı olsun, neticede, doğal hukuk ve ona dayanan doğal haklar, siyasal otoriteyi sınırlandırma düşüncesine meşruluk kazandırma amacına yöneliktir. Locke’un insan doğasına yönelik iyimser tutumuna karşılık, doğa halinde hakkaniyet ve adaleti tanımayan kişilerin varlığı, emniyet ve huzuru tehlikeye sokmuştur. Bunun sonucunda bireylerin bazı haklarını sözleşmeyle devrettiği bir otorite oluşturulmuştur. Bu şekilde, ‘Toplum sözleşmesi’ ile oluşturulan ‘devlet’’in meşruluğu, bireylerin doğa durumundan gelen tabiî haklarını korumasına ve oluşturulan pozitif kanunların tabiî kanunlarla uyuşmasına bağlıdır. Devletin bu temel ve vazgeçilmez hakları sistematik olarak çiğnemesi durumunda bireylere direnme hakkı doğmaktadır. (ERDOĞAN 2003: 14)
Oluşturulan siyasal modellerde; insan doğasına bakış açısı, önemli etkilerde bulunmuştur. Mamafih, kötümser olan Hobbes, otoriter bir yapıyı savunurken; iyimser bir yaklaşımla Locke, özgürlükçü bir siyasal model anlayışına sahiptir. Nitekim liberalizmin temel unsurlarından biri olan özgürlüğü, keyfî olarak sınırlamak insan doğasına yönelik olan kötümser bakış açısının ürünüdür. Bireyi potansiyel tehlike olarak algılamak ve toplumu her an birbirlerine zarar verecek insanlar bütünü olarak yorumlamak bireylerin ellerinden bir takım haklarının alınmasına neden olur. Bu da o kadar muğlak bir düşüncedir ki, keyfiliğe kaçılmaması için hiçbir neden yoktur.
Liberal teoride bu keyfîliğin önüne geçilebilmesi için devlet, birtakım sınırlamalara tâbi tutulmuştur. Devlete, temel hakları korumak ve gözetmek dışında başka bir görev addedilmemesi, teorinin temel taşı niteliğindedir. Adam Smith’in ‘doğal özgürlükler sistemi’ ile açıkladığı görüşlerine göre; birey kendini sevmek, özgür olmak, geleneklere uymak, çalışmak, duygudaşlık ve mübadele eğilimi olmak üzere altı davranış ilkesiyle harekete geçer. Bu ilkelere göre her kişi, kendi çıkarının en iyi yargıcıdır; dolayısıyla bunu izlemekte özgür olmalıdır. (KAZGAN 2002: 59)
Liberalizmde, birey hakları ile özgürlük iç içe geçmiş durumdadır. Özgürlüğü ön plana çıkarabilmek için de devleti sınırlandırmak gerekmektedir. Bu doğrultuda, liberalizmi; genel bir bakış açısıyla, özgürlük teorisi olarak ifade edebiliriz.
Ancak hemen belirtmek gerekir ki, liberalizmin özgürlük anlayışı negatif özgürlüktür. Yani birey; davranışlarına müdahale edilmediği ölçüde özgürdür. Bu bağlamda negatif özgürlük, bireyin dışarıdan gelebilecek herhangi bir zorlama ya da baskı altında kalmaksızın hareket edebilmesidir. Almaşığı olan pozitif özgürlük ise bir şeyi yapabilme gücü olarak ifade edilebilir. Bu anlamda özgürlük ‘güç’le özdeşleştirilmiştir. (ERDOĞAN 2003: 146-147) Liberalizmdeki negatif özgürlük ‘bir şeyden özgürlük’(freedom from) tür; ‘bir şeye özgürlük’ (freedom to) değildir. Özgürlükte esas olan bireyin dış baskı ve zorlamalara maruz bırakılmamasıdır. (YAYLA 1992; 149-150) Bu bağlamda çalışmanın bundan sonraki kısmında özgürlükten kasıt negatif özgürlük olacaktır. Pozitif özgürlüğü bir kenara bırakıp özgürlük mefhumu altında negatif özgürlük anlatılacaktır.
Liberalizmin negatif özgürlük anlayışı da dahil olmak üzere, özgürlüğe yönelik tüm bakış açılarında özgürlük ile otorite arasında bir gerilimin var olduğu açıktır. Mamafih, sözümona güçlü bir otorite için özgürlükten büyük oranda feragat etmek gereklidir. Bu bağlamda devlet ve özgürlük arasında yüzyıllardır süregelen bir çatışmanın olduğunu söyleyebiliriz.
III. Devlet ve Özgürlük
F. Bastiat’ a göre (Liberal Düşünce, Yaz 2000: 118-119); iki tür toplum vardır: Üreten toplum ve çalan toplum. İkincisinin var olması insanları bazı haklarından feragat ederek bir sözleşme oluşturmaya itmiştir. Bireyler kendi haklarının, bu çalan topluma karşı korunması için bir üst otoriteye ihtiyaç duymuşlardır.
Bu şekilde oluşan devlet olgusu çerçevesinde özgürlükle siyasi iktidar sürekli karşı karşıya gelmiştir. Devlet geleneksel olarak bireylerin özgürlüğüne karşı bir tehdit olarak görülür. Bu tehdidi biraz da olsa ortadan kaldırabilmek için devlet; anayasa ile sınırlandırılmıştır. Devletin meşru güç kullanımında keyfiliğini önlemek ve temel hakların devlet karşısında güvencesini sağlamak için anayasa ile sınırlandırılmış hukuk devleti anlayışı ortaya çıkmıştır.
F.A. Hayek’e göre; özgür bir ülkeyi keyfi yönetim altındaki bir ülkeden ayıran en belirgin nokta, ilkinde hukuk devleti ilkesine riayet edilmesidir. (ERDOĞAN 2003: 118)
A. Smith’in de bugün piyasa sistemi diyebileceğimiz ‘doğal özgürlükler sistemi’nde vurguladığı gibi, toplumsal refah ve bireysel refah iç içe geçmiş durumdadır. Bireysel ahlak temelinde bu unsurlar toplum içinde bir denge yaratırlar. İşte, A. Smith’e göre dış müdahaleler bu dengeyi bozar. Bu doğrultuda dış müdahaleyi, bir başka ifadeyle devleti sınırlandırmak gerekmektedir.
Aslına bakılırsa; devleti sınırlandırmaya yönelik bu yaklaşımların hemen hepsi, anarko-kapitalistlerin devletin meşruluğuna yönelik eleştirilerine cevap arama çabalarıdır. Nitekim, anarko-kapitalistlere göre; bireysel anlamda özgürlüğü ve temel hakları sınırlandırabilecek veya tümden ortadan kaldırabilecek bir güce sahip devletin meşruluğu nereden kaynaklanmaktadır? Bu anlamda, devletin sadece bir takım görevlerle sınırlandırılmak istenmesi ve doğal hukuktan gelen doğal haklara saygı göstermesi istenci bu eleştiri karşısında devletin meşruluğunu sağlama çabalarına yöneliktir.
Ancak, her ne vasıfla olursa olsun, devletin keyfî müdahalelerinin işleyen toplum düzenine olumsuz yönde etki ettiği gerçektir. H. Spencer’ın da görüşlerinde ifade ettiği gibi, topluma müdahale toplumun işleyişini engelleyecektir. Bu şekilde bireyin devletten beklentisini arttırarak bireysel girişimi ve teşebbüs ruhunu yok edecektir. Üreten toplum yerini giderek devletten birşeyler bekleyen topluma bırakacaktır. Bu da insanları git gide devlet karşısında köleleştirecektir.
Neticede, devletin temel hak ve özgürlükleri güvence altına almasına karşılık, onları keyfî olarak sınırlandırabilecek ve ortadan kaldırabilecek gücü elinde bulundurması, devlete karşı birtakım şüpheleri de beraberinde getirmektedir. Bu şüpheleri ortadan kaldırabilmenin yegâne yolu ise sağlam bir adalet sistemi üzerine inşa edilecek anayasal bir hukuk devleti oluşturmaktır. Temel hak ve özgürlükler anayasa ile güvence altına alındığı takdirde bireyin, en temel insanî değer olarak ifade edilebilecek özgürlük konusunda bir endişesi kalmayacaktır.
Peki ülkemizde özgürlük kavramı ne ölçüde doğru olarak yorumlanabilmektedir? Özgürlüğe gerçekten değer veriyor muyuz? Yoksa özgürlük bizim için sadece bir araç mı?
Her şeyden önce belirtmek gerekir ki, Osmanlı’da ortaya çıkan özgürlük anlayışı Batı’dan bazı temel farklılıklar göstermektedir. Batı’da kilise ve devlet iktidarına karşı ortaya çıkan özgürlük anlayışı Osmanlı’da 19.yy’da modernleşmeyle birlikte ortaya çıkan devlet olgusuna karşıt olarak ifade edilmeye başlanmıştır. Nitekim, “geleneksel dünya görüşüne göre, ezeli bir ilahî sözleşmenin dünyada uzantısı olan ikinci bir sözleşmeyle kurulan organizmik toplumda temellenen ‘hürriyet’in ontik ve politik iki boyutu vardır: Allah ile yapılan ezeli sözleşmeye dayalı ontik beşeri hürriyetin, organik toplumda gerçekleştirilmesi.” (Liberal Düşünce iç. aktaran; Bedri GENCER, Güz 2005: 182)
Osmanlı’daki bu iki boyutlu özgürlük çerçevesinde bireyin iki temel görevi vardır. Birincisi Yaratan’a karşı kul olmak; ikincisi diğer insanlara karşı hür olmak. Padişah’ı Allah’ın yeryüzündeki temsilcisi olarak gören Kutsal devlet inancına sahip Osmanlı’da özgürlük Batı’dakinden farklı yorumlanmıştır. Nitekim günümüzde de bu yorumun etkileri kısmen görülmektedir. Paternalist bir tavırla devleti ‘baba’ olarak gören anlayış devlete karşı bir özgürlük ve hak talebinde de bulunmamaktadır. Son dönemlerde Avrupa Birliği ile görüşmeler çerçevesinde gündeme gelen temel haklar ve özgürlükler, bundan önce ülke gündeminde kendisine pek bir yer bulamamıştır. Uzun yıllar boyunca maddî anlamda refah için birtakım özgürlükler ikinci plana atılabilmiştir. Bu da göstermektedir ki özgürlük ülkemizde genel anlamda bir araç olmaktan öteye geçememiştir. AB ile müzakerelerde dahi Birliğe katılabilme aracı konumundadır. Ortalama on yılda bir gerçekleşen darbelerin karanlık rejimleri özgürlük konusunda en büyük tehlikeyi oluşturmuştur. Tüm bunlara karşılık, günümüzde hâlâ darbe yanlısı birtakım insanların var olması özgürlüğe ne kadar az değer verdiğimizin acı bir göstergesidir.
Sonuç ve Değerlendirme
Özgürlük mefhumunun temellerinin, Antik Yunan’a, Stoa felsefesine dayanmasına karşılık; ‘birey’in ortaya çıkışı Rönesans dönemi ile gerçekleşmiştir. Ortaçağın statik yapısı içerisinde insan, içinde doğduğu sosyal bölüm çerçevesinde kalır, kalması da gerekir, çünkü bunun böyle olmasını Tanrı istemiştir. Rönesans ile birlikte ortaya çıkan birey anlayışı çerçevesinde özgürlük de kuramlaştırılmaya başlanmıştır. Bu doğrultuda Rönesans’ın bir individualizm çağı olduğunu söyleyebiliriz. Ancak, individualite, yani bireyin kendini düşünmesi, kendi çıkarını ve menfaatini gözetmesi çağlar boyunca kötüleyici (pejorative) bir anlam teşkil etmiştir. Bunda alturizm’in daha baskın bir düşünüş olmasının payı oldukça büyüktür. Bireyin kendisinden önce toplumu, sınıfı veya devleti düşünmesi Ortaçağ’dan miras kalan bir anlayıştır.
Bununla alâkalı olarak, paternalist bir tavır da, ülkemizde bir miktar etkisini kaybetmiş gibi görünse de, hâlâ revaçta olan bir düşünce yapısıdır. Devleti baba olarak görmek ve himayesinde olmak, özgür teşebbüsü yok etmiştir. Düşüncede özgür olamayan birey, harekette zaten özgür olamaz. Mamafih, darbelerin bizlere bıraktığı en büyük miras düşüncede özgür olamamaktır, dolayısıyla fiiliyatta da özgür olamamaktır.
“Fiil ve hareket esareti hakikatte, fikir esaretinin bir neticesidir.” Bu doğrultuda, “Hürriyeti sevmek, hakikatte hür fikir ve vicdanı sevmektir. İnsan şahsının muhtariyetini de bu sevgi yapar.” (Hür Fikirler iç. aktaran Ord. Prof. Ali Fuat Başgil, Kış 2006: 1) Bu açıdan baktığımızda; devletin temel hak ve özgürlükleri keyfî olarak kısıtlayabilecek gücü anayasa ile sınırlandırıldığı takdirde toplumun kendiliğinden işleyişi çerçevesinde bireyden daha fazla verim alınabilecektir. Ancak dış müdahale ve baskılar bireyin hür düşüncesini kısıtlayarak verimi düşürecektir. Bu doğrultuda gerçek medeniyet ve gelişmişlik düzeyi özgürlük ve özel mülkiyet gibi temel hak ve özgürlüklerin kurumsallaştırılması ile gerçekleşebilecektir.
Nitekim, İkinci Dünya Savaşı sonrasında başlayan temel hak ve özgürlükleri uluslar- arası düzeyde koruma çabaları sayesinde evrensel anlamda özgürlüğün kurumsallaştırılmaya başlandığına şahit olmaktayız. Modern tarih, insan haklarının, “medenî beyaz adamın hakları vardır” seviyesinden, daha kapsamlı “kadınlar, beyaz olmayanlar ve çocuklar da bu hakları kullanmaya ehliyetlidir” düzeyine doğru evrimleşmesine tanık oldu.(Liberal Düşünce iç. aktaran; Cenap Çakmak, Güz 2005; 150)
Mamafih, ilk belge 1948 yılında Birleşmiş Milletler bünyesinde, İnsan Hakları ve Temel Özgürlükler Evrensel Beyannamesi ( The Universal Declaration of Human Rights and Fundamental Freedoms) olarak kabul edildi. Daha sonra medenî, siyasal, ekonomik, sosyal ve kültürel hakları evrensel anlamda güvence altına alan sözleşmelerle evrim devam etti. Nitekim Türkiye’de BM bünyesinde oluşturulan bu sözleşmelere taraf ülke konumundadır.
Sonuç olarak ifade etmek gerekirse, Avrupa Birliği, Türkiye için olmazsa olmaz değildir. Birliğe katılım, temel hak ve özgürlüklere verilecek değeri elbette ki yükseltecektir, ancak tek çıkar yol değildir. Asıl önemli olan özgürlüğü; birşeylere ulaşmada, özellikle maddî refah uğruna araç olarak görmekten çok, ulaşılabilecek en yüce değer olarak kabul edip kurumsallaştırmaktır. AB bir siyasal sitemdir ve sistemler entropi özelliği gereği her zaman için bozulma veya dağılma ile karşı karşıya kalmışlardır. AB’nin de durumunu bu şekilde değerlendirip, Birliği politikalarımızın odak noktasına koymak yerine; özgürlük, özel mülkiyet gibi doğal hakları kurumsallaştırabilmek, kendi kişisel kanaatimce, en mantıklı çıkar yol olacaktır.
Kaynakça
Mehmet Ökten
Hacettepe Üniversitesi, İİBF Kamu Yönetimi Bölümü Öğrencisi