İnsanı insan yapan nedir, diye düşünmek gerekir bazen. Düşünmeliyiz bu sorunun cevabını. Hem de uzun uzun düşünmeliyiz. Çünkü bulacağımız cevap, bizim hayata bakışımızı ve hayattan beklentimizi ortaya koyacak. Düşünmeliyiz bu sorunun cevabını; çünkü vereceğimiz cevap, insanı insan yapan değerlerin farkında olup olmadığımızın da cevabı olacak, aynı zamanda...
Hani hep derler ya, bizi diğer canlılardan ayıran en önemli özelliğimiz aklımız diye. Aslında, ben de bunun aksini iddia ediyor değilim. Ama insanı insan yapan özellik, yalnızca onun akıllı olması olmamalı. İnsana hakkettiği değeri kazandıran en önemli sermaye, farklılık, değer onun özgürlüğüdür. Özgürlük insanı insan yapan yegâne değerdir. Özgürlük insanların davanışlarının, icatlarının, mutluluklarının, hayat enerjilerinin bitmez tükenmez kaynağıdır. Şu halde, özgürlüğünü kaybetmiş ya da özgürlüğü elinden alınmış insanlar, bu hayat kaynaklarını da kaybetmişlerdir diyebiliriz. Ve bu kaynaktan mahrum kalmış insanlar, kurak bir yazın ortasında dallarında yağmur bekleyen çiçekler gibi kurumaya mahkûm olmuşlardır. Bu çiçeklerin kurumaktan kurtulmalarının tek çaresi, suya kavuşmalarıdır; insanların kurumaktan kurtulmalarının tek çaresi ise özgürlüklerini elde etmeleridir. İnsanın yaşam kaynağını kaybetmesi ... ne kadar acı. Biraz abarttığım düşünülebilir; ama özgürlük insanlar için o kadar hayatî bir önem taşır ki, o önemi anlatabilecek bir kelimeye sahip olmadığı için, bazen insanın Türkçeye kızacağı geliyor. Şimdi, buraya kadar yazdıklarımızla aslında ne demek istediğimizi daha ayrıntılı olarak açıklamaya çalışalım.
Özgürlük, insanların sahip olduğu en üstün değerdir, haktır, sermayedir. Sahip olduklarımızı, özgürlüğümüz varsa kullanabiliriz. Sahip olabileceklerimize de, ögürlüğümüz varsa sahip olabiliriz. Eğer bir insan, sahip olduğu belli bir miktar parayı başkalarına zarar vermeden dilediği gibi kullanma özgürlüğüne sahip değilse; aslında, o paraya sahip olmayan bir insanla arasında hiç bir fark yoktur. Kişi, o parayı dilediği gibi tasarruf ederse, o parayla istediği ve amaçladığı hazza, zevke ve mutluluğa erişir. Kişi, istediği şeyleri herhangi bir yaptırımla karşılaşmadan söyleyebildiği oranda, sahip olduğu konuşma yetisi kıymet kazanacaktır. Yalnızca başkalarının istediği şeyleri söyleyebilen dilin, bizim dilimiz olduğu bile şüphelidir. Dilimizi istediğimiz gibi kullanabilirsek, kendi duygularımıza tercüman olur; yok eğer, yalnızca başkalarının istediklerini söyleyebiliyorsak, o zaman da dilimiz başkalarının isteklerine tercüman olur. Şimdi, yalnızca başkalarının istediklerini söyleyebilen bir dile sahip olmakla, o dile sahip olmamak arasında ne fark var? Özgür olmamız, kendi inançlarımızı herhangi bir sınırlamayla karşılaşmadan yaşayabilmemizi gerekli kılar. Eğer biz kendi inançlarımızı yaşayamıyor, yalnızca başkalarının izin verdiği oranda yaşıyorsak, başkalarının inandığı değerleri yaşamış oluruz. Kendi inançlarımız başkaları tarafından katledilmiş olur. Biz de buna göz yummuşsak, bu suça ortak olmuş oluruz. Şimdi soruyorum; kendi inançlarımızın katledilmesine ses çıkarmamışsak, biz de bir nevi katil olmuş olmaz mıyız? Hem de ne katil!!! Düşünce katili, akıl katili; inanç katili!!! Belki de suçların en büyüğü budur. Bu paragrafta, sahip olduğumuz şeylerin eğer özgürsek bir anlam kazandığını, aksi halde herhangi bir şeye, hakka sahip olmakla olmamak arsında hiç bir fark bılunmadığını anlatmaya çalıştık. O halde, buradan şu sonuca varabiliriz: Özgürlük hayatımızın her santiminde her köşesindedir ve öyle olmalıdır.
Bütün insanlar, dünyaya bir defa gelir. Bu konuda herkes eşittir. Hiç kimseye, öldükten sonra sen dünyadayken çok iyi bir insandın, tekrar git insanlar senden faydalansın denmez. O halde, sahip olduğumuz en değerli kıymetimiz, değerimiz hayatımızdır. Hayatımızın özgürlükle bir anlam kazanacağını söyledik. O halde, sahip olduğumuz en değerli kıymetimiz aynı zamanda özgürlüğümüzdür. Bizim özgürlüğümüzü elimizden alanlar aynı zamanda hayatımazı da elimizden almış olmaktadırlar. Bir insanın hayatını elinden alanlar katil olarak adlandırıldıklarına göre, özgürlüğümüzü elimizden alanların da katil olarak adlandırılmaları gerekmez mi?
Dünyaya bir defa geldiğimize göre, doya doya yaşamamız gerekmez mi? İnsan ancak, özgürlüğü varsa doya doya yaşayabilir. Dün benim yapmak istediğim şeyi engelleyenler, bir daha dünyanın tüm sermayesini verseler beni düne götüremezler. İnsanlar, bireyler olarak eşittirler. O halde, eşit bireylerin içinden bir veye birkaç birey çıkıp, diğer bireylerin özgürlüklerini nasıl sınırlayabilir, elinden alabilir? Bu zulümdür. İnsanlar, ellerinden özgürlüklerinin (hayatlarının) alınmasına izin vermemelidirler. Bunda yanlış olan hiçbir şey yoktur. Çünkü, özgürlük bütün bireylerin en doğal hakkıdır. İnsanların hayatlarını insanlar vermemişlerdir. Bundan dolayı, hiç kimsenin bir başkasının hayatını elinden almaya hakkı yoktur. Özgürlükle hayat birbirinin tamamlayıcısı olduğuna göre, hiç kimsenin bir başkasının özgürlüğünü elinden almaya da hakkı yoktur.
Bugün bireylerin özgürlüklerini sınırlayan, elinden alan ve ona tehdit oluşturan en büyük güç devlettir. Devlet tarih boyunca bireylerin özgürlüğü için en büyük engel olagelmiştir. Tarihsel sürece baktığımızda, bireysel özgürlükler krallar, tiranlar, otoriter rejimler tarafından yok sayılmış ve ortadan kaldırılmıştır. İnsanların özgürlüklerinin ellerinden alınması bütün insanlık için bir felaket olmuştur. Öyle ki insanlık, özgürlüklerin olmadığı böyle bir ortamda hiçbir gelişme gösterememiş, yüzyıllar boyunca aynı gelişmişlik düzeyinde (sefalet içinde) kalmış, hiçbir ilerleme kaydedememiştir. İnsanlar, daha iyi hayat şartlarına kavuşabilmek için, bireysel özgürlüklerin tanınmaya başladığı yıllara kadar beklemek zorunda kalmışlardır. Nitekim, insanlık tarihinin son bir yüzyılda yaptığı ilerleme, tarih boyunca yaptığı bütün ilerlemeden kat kat daha büyüktür. Hiç kuşkusuz bunda özgürlüklerin tanınmaya başlamasının payı çok büyüktür. Yakın ve uzak tarih bize şunu göstermiştir ki, bir ülkenin büyümesinin ve gelişmesinin en önemli şartı, o ülkede bireysel özgürlüklerin tanınmasıdır. Bir ülkedeki bireysel özgürlüklerin bir otorite tarafından sınırlanması, o ülkedeki zeka ve akıl gücünün de o otoriteninkiyle aynı oranda sınırlanması demektir. İnsanlar arasında ileri düzeyde akıllı olanlar zaten az çıkmaktadır. Bu çıkanları da güçlü bir otoriteyle sınırlayan bir ülkenin gelişmesinden nasıl söz edilebilir ki... Bu konuya günümüzden de örnek verebiliriz. Kuzey Kore ile Amerika’nın bulunduğu durum ortadadır. Amerika dünya üzerinde söz sahibiyken, Kuzey Kore dünya arenasında diplerde gezmekte, halkı da perişan bir yaşantı sürmektedir.
Buraya kadar, devletin özgürlüklere aşırı müdahalesinin ne gibi sonuçlar doğurabileceği üzerinde konuşmaya çalıştık. Günümüzde, birçok devlet anayasasında bireysel özgürlüklere yer vermiştir. Kuzey Kore gibi marjinal devlet sayısı oldukça azdır. Ama devletlerin anayasalarında bireysel özgürlüklere yer vermeleri, onların bireysel özgürlükleri tam anlamıyla tanımış olduklarını göstermez. Mesela, bizim ülkemizde anayasamızda her ne kadar kimseye dinî inancından ötürü ayırım yapılamaz dese de, kamusal alan gibi içi boş bir kavram tarafından dini inançları gereği başını öreten bayan vatandaşlar devlet kurumlarına alınmamaktadırlar. Hatta, bu o kadar ileri götürülmektedir ki, herhangi bir erkek bürokrat atandığında, atanan bürokratın liyakatından çok, eşinin başının örtüsü konuşulmaktadır. Yine, her ne kadar anayasamızda düşünce ve ifade özgürlüğünden söz edilse de, bunun uygulamada varlığı tartışmalıdır. Mesela, konunun ehli olan bir anayasa hukuku profesörü, anayasayla ilgili görüşlerini açıkladığında, para cezasına çarptırılabilmektedir. Buna benzer birçok örnek verebiliriz, ama uzatmamak için burda kesiyoruz. Yine, devlet hayatın her alanında düzenlemelere giderek, insanlara çok az seçim alanı bırakmaktadır. Bütün bunlar, bireysel özgürlüklere bir müdahaledir, liberal demokrasiye aykırıdır.
Günümüzde, bireysel özgürlüklerin en çok devlet tarafından sınırlandığını söyledik. Burada, devletin kuruluşunu ve meşruiyetini tartışacak değiliz. Ama, kısaca devletin neden ve kimlerden oluştuğunu açıklamaya çalışalım ki, devletin bireysel özgürlükleri sınırlamaya hakkı var mı? Varsa, nereye kadar? Bunu açıklayabilelim. Devlet, en geniş anlamda, başkalarıyla siyasî bir birlik oluşturacak şekilde insanların örgütlenmesidir. Evet, devlet insanların örgütlenmeleridir. Yani devlet, insanlar sayesinde vardır; insanlar, devlet sayesinde değil. Toplum da, teker teker bireylerden oluştuğuna göre, devlet bireylerden oluşmaktadır. Yani, eğer teker teker bireyler olmasa, devlet de olmayacaktır. Bu durumda, devlet varlığını bireylere borçludur; bireyler, varlığını devlete değil. Belki, devleti olmayan bireyler yaşayabilir; ama bireyleri, yani, insanları olmayan bir devlet varlığını sürdüremez; çünkü, insanları olmayan bir devlet, zaten yoktur. Buraya göre, devlet bireylerin varlığına muhtaçtır. O halde, devlet kurumu, varlığı için ihtiyaç duyduğu bireylerin özgürlüklerini sınırlamakta ne kadar haklıdır?
Buraya kadar, özgürlüğün bireyler için vazgeçilemez bir önemi haiz olduğunu ve bireylerin bu haklarından vazgeçmelerinin mümkün olmadığından; çünkü, yaşamlarının özgürlükleri varsa bir anlam kazanacağından bahsettik. Bizim buraya kadar yaptığımız özgürlük savunusu; insanların, her türlü müdahaleden azade olarak, canlarının istediği her şeyi, dilediklerince yapabilmelerini savunmaya yönelik değildir. Çünkü böyle bir şeyi savunmak demek, bireylerin hak hukuk gözetmeden, canlarının istediği her şeyi yapabileceklerini savunmak demektir. Bu, bizim savunduğumuz özgürlük kavramına sığmamaktadır. Herkesin istediği her şeyi yapabildiği bir toplumda, kargaşa, anarşi, düzensizlik çıkar. Bu durum, başlı başına bireysel özgürlükler için bir tehdittir. Zaten, insanların devlete ihtiyaç duymalarının sebebi de budur. Devlet, bireylerin özgürlük ve haklarını dışarıdan gelecek tehditlere karşı korumakla görevlidir. Buradan şu sonuca varabiliriz; bireylerin özgürlükleri başka bireylerin özgürlüklerinin başladığı yerde biter. Devlet de, işte bu başka bireylerin özgürlük alanlarını haksız olarak tecavüz edenleri, bu alandan çıkarmakla görevlidir. Söylemeye çalıştığımız şeyi, bir kaç örnekle daha anlaşılır kılalım. Herkesin müzik dinleme özgürlüğü vardır; ama hiç kimsenin müzik dinleme özgürlüğünü gerekçe göstererek, geceyarısı saat ikide yüksek sesle müzik dinleyerek komşusunu rahatsız etme özgürlüğü yoktur. Çünkü bu durumda dinlenmek ya da uyumak isteyen komşularının bu özgürlüklerine tecavüz etmiş olur. Yine hiç kimse, bir başkasını öldürüp, bu benim seçme özgürlüğüm diye kendini savunamaz; çünkü bu durumda, karşıdaki kişinin hayat özgürlüğünü elinden almıştır ve bu suçtur. Bu ve benzeri örnekleri çoğaltabiliriz.
Özgürlüklerin sınırlarının belirlenmesi oldukça zor bir iştir. Bu sınırı kesin çizgilerle tayin etmek imkânsızdır. Ama genel anlamda özgürlük alanımızı şöyle belirleyebiliriz; bireyler başkalarına zarar vermedikleri sürece, istedikleri her şeyi yapmakta serbest olmalıdırlar. Yani benim özgürlük alanım, bir başkasının özgürlük alanının sınırına varana kadar uzamalıdır. Hiçbir kuvvet bu iki sınırın arasına girip, ne benim ne de karşımdakinin özgürlük alanımı daraltmamalıdır.
Buraya kadar, özgürlüğün haytımızdaki yeri ve önemini anlatmaya çalıştık. Çalışmamızı şu cümlelerle bağlamaya çalışalım; özgürlük hayatımızın her alanındadır ve mutlu yaşamamız için elzemdir. Özgürlüğümüz olmadan insan olmamızın bile pek fazla bir önemi kalmamaktadır. Bize, insan olarak, anlam ve değer veren şey sahip olduğumuz özgürlüğümüzdür.
Ceyhun Deniz
Hacettepe Üniversitesi, İİBF Kamu Yönetimi Bölümü Öğrencisi