İktisadî Gelişmenin Yedi Ana Kaynağı*
1. Özel Mülkiyet: Özel mülkiyetin geçerli olduğu bir düzende insanlar kaynaklarını daha çok çalışarak ve daha akıllıca hareket ederek değerlendirirler.
2. Mübadele Özgürlüğü: Mübadele hacmini daraltan politikalar ekonomik gelişmeyi engeller.
3. Rekabetçi Piyasalar: Rekabet kaynakların etkili kullanımını teşvik eder ve yararlı gelişmeler için daimî bir motivasyon sağlar.
4. Etkin Bir Sermaye Piyasası: Bir millet potansiyel gelişme gücünü ortaya çıkarmaya kararlıysa, sermayesini refah üretici projelere yönlendiren bir mekanizmaya sahip olmalıdır.
5. Parasal İstikrar: Enflasyonist para politikaları fiyat sinyallerini bozar ve pazar ekonomisini çökertir.
6. Düşük Vergi Oranları: Halk, kazancının kendisine kalan kısmı büyüdükçe daha fazla üretir.
7. Serbest Ticaret: Bir millet, başkalarına oranla düşük maliyetle üretebildiği malları satıp, karşılığında yüksek maliyetle üretebildiği malları satın alabildiği ölçüde kazancını artırabilir.
1. Özel Mülkiyet: Özel Mülkiyetin Geçerli Olduğu Bir Düzende İnsanlar Kaynaklarını Daha Çok Çalışarak ve Daha Akılcı Hareket Ederek Değerlendirirler.
İnsanlar kendilerine ait şeyleri değerlendirirlerken daima daha arzulu ve çalışkandırlar. Açıktır ki, gelir getirici bir işe girişen bir insanın temel dürtüsü bir mülkiyet hakkı kazanmak ve onu korumaktır.
Papa Leo XIII (l878)
Özel mülkiyet hakkı, mülkiyete tâbi şeylerin şahsî kullanımı, başkalarının tecavüzüne karşı korunması ve nihayet satılabilmesi gibi üç temel hakkı kapsar. Mülkiyet kavramı bina, makina, toprak gibi fiziksel malların yanında emek, fikir, edebiyat vs. gibi maddî olmayan alanları da içine alan geniş bir kavramdır. Özel mülkiyet hakkı, mülklerini nasıl kullanacaklarını belirlemeyi fertlerin kendilerine bırakan bir haktır. Ancak bu hak, sahibine, eylemlerinin sonucunun sorumluluğunu da yükler. Özel mülkiyetin iktisadî gelişme sürecini hızlandırıcı etkileri vardır.
Temel Ekonomi
Özel mülkiyet akıllı bir yönetimi teşvik eder. Öyle ki, eğer mülkiyet sahibi malını gereğince koruyamaz ve başkalarının suistimaline göz yumarsa, değer kaybını sineye çekmek zorundadır. Sahip olduğunuz otomobilin yağını sık sık değiştirmez, bakımını düzenli olarak yaptırmazsanız bir süre sonra onun değerini hem kendiniz hem de potansiyel müşterileri açısından düşürmüş olursunuz. Buna karşılık, devletin veya geniş bir insan grubunun ortak mülkiyetine bırakılmış olan bir malın özenle kullanılmasını gerektirecek motivasyonlar çok az ve zayıftır. Örneğin, ister ABD gibi kapitalist, isterse eski SSCB ve Polonya gibi sosyalist ülkelerde olsun, devlete ait binalar, özel mülkiyete tâbi olan binalardan daha kötü ve özensiz bir biçimde kullanılmaktadır. Malların bakımında ve onarımında görülen motivasyon eksikliği, kamu mülkiyeti yönetimindeki zaafiyetin en büyük nedenidir. İkincisi, özel mülkiyet, insanları, mülklerini, onların değerini daha da arttıracak ve verimliliğini daha da geliştirecek şekilde kullanmaya iter. Özel mülkiyet hakkına sahip insanlar becerilerini geliştirmek, daha çok ve daha verimli çalışmak konusunda yeterince güdülenmişlerdir. Çünkü
bunu yapmanın gelirlerini artırdıklarını görürler. Eski Sovyetler Birliği’nde çiftçilik, mülkiyet hakkının prodüktif faaliyetlere ne kadar itici bir güç kazandırdığını göstermesi açısından anlamlı bir örnektir. Komünist rejim döneminde ailelere sadece bir dönüme kadar olan topraklarda ürettiği malları satma hakkı tanınıyordu. Özel mülkiyet konusu olan bu küçük toprak parçaları toplam ekili arazinin sadece yüzde birini oluşturmaktaydı. Geriye kalan yüzde doksandokuzluk arazi ise, devlet çiftlikleri ve büyük tarım kooperatifleri tarafından ekilmekteydi. Ancak, Sovyet basınının da belirttiği üzere, yüzde bir gibi son derece küçük payına rağmen, özel mülkiyet altındaki çiftlikler Sovyetler Birliği’nin toplam tarımsal üretimin dörtte birini gerçekleştirme başarısını göstermiştir. Üçüncüsü, özel mülkiyet, sahiplerinde kaynaklarını başkalarına daha faydalı olacak biçimde işletme arzusu yaratır. İnsanlar, mülkiyetine sahip oldukları malları başkalarının beğendiği şekilde kullanarak piyasa değerini yükseltirler. Özellikle şimdiki ve gelecekteki müşterilerinin pek beğenmediği şekilde işletilmeleri hâlinde ise, malların değeri azalır. Başkalarınca daha çok arzu edilen hizmetleri üretebilmek için sahip olduğumuz emek gücünü eğitmemiz ve beceri düzeyini yükseltmemiz konusunda güçlü bir nedenimiz daha vardır. Bu da, başkalarının istediği hizmetin daha çok kazandırmasıdır. Aynı şekilde, sahip olduğumuz sermaye mallarını da başkalarının istediği ve daha yüksek fiyat ödediği hizmetleri yapacak şekilde geliştiririz. Buna karşılık, ortak mülkiyet altındaki bir apartmanın ne park yerine ne temizlik işlerine ne de bahçesinin bakımına yeterli özeni gösterirsiniz. Kendi evinize daha iyi bakarak hem onun kira gelirini hem de piyasadaki fiyatını yükseltebilirsiniz. Tam aksine, kiralık evlerini müstakbel kiracıların isteyeceği düzeyde temiz ve bakımlı kullanmayan malikler, sonunda sermayeleri olan evlerinin değerinin ve kira gelirinin düştüğünü görürler. Dördüncüsü, özel mülkiyet hakkı, iktisadî kaynakların gelecek endişesiyle daha akıllı kullanılmasını sağlar ve niteliklerinin geliştirilmesi için insanları teşvik eder. Niteliği geliştirilen kaynak, hem bugünkü hem de gelecekteki gelirin kaynağıdır. Özel mülkiyetin bu koruyuculuk fonksiyonu hayvanlar üzerindeki mülkiyet hakkıyla daha iyi aydınlatılabilir. At, sığır, hindi gibi hayvan türleri, özel mülkiyete konu olmaları sayesinde istikbal için korunurlar. Oysa, özel mülkiyet konusu olmayan balina, yaban sığırı, kunduz gibi hayvanlar adeta bir katliama maruz kalmışlardır. Bir zamanlar Kenya’da filler özel mülkiyet alanı dışında tutulan bölgelerde yaşarlardı. Kenya hükümeti, turizm dışında, fillerin, fildişi peşindeki kaçak avcılara karşı korunmalarını kararlaştırdı. Bu uygulamanın başlatıldığı ilk on yılsonunda fil sayısının 65 binden 19 bine düştüğü görüldü. Aynı uygulamayı yapan bazı Doğu ve Orta Afrika ülkelerinde de düşüş gözlendi. Buna karşılık, fildişi derisi ticaretini serbestleştiren ve fillerin yaşadığı araziyi yerli halkın özel mülkiyet alanına sokan Zimbabwe’de fil sayısı 30 binden 43 bine çıktı. Aynı yaklaşımı benimseyen öteki Afrika ülkelerinde de artış görüldü (Güney Afrika, Namibia, Malawi gibi).(5) Asırlardır, kötümser yorumcular, ağaçlarımızın, bitki örtümüzün, hayatî önemdeki enerji ve maden kaynaklarımızın kısa zamanda tükeneceğini iddia etmiş durmuşlardır. 16. asırda İngiltere başlıca enerji kaynağı olarak kullandığı odunun kısa zamanda tükeneceği korkusuna düşmüştü. Oysa, odun fiyatlarındaki yükselme, bir yandan ormanların daha iyi korunmasına, bakılmasına, bir yandan da kömür üretim tekniğinin geliştirilmesine ve odun arzının artırılmasına neden olmuştur. Böylece “odun krizi”nin kısa zamanda sona erdiği görülmüştür. Aynı şekilde, 19. Asrın ortasında, o zamanlar dünyanın en önemli aydınlanma kaynağı olan balina yağının tükeneceği korkusu yaşanmıştı. Ancak, korkular gerçekleşmedi. Çünkü, yükselen balina yağı fiyatları, alternatif enerji kaynağının fiyatını yükselterek üretimini teşvik etmiş ve büyütmüştür. Böylece, petrol üretimi gelişmiş ve “balina yağı” krizi sona ermiştir.
Daha sonra halk petrol tüketimine alıştığında kötümser yorumcular bu sefer de petrol kaynağının tüketileceğinden söz etmeye başladılar. Petrol rezervlerinin başlangıçta ne kadar azımsandığını anlayabilmek için Dr. Campell Watkins’in 1992’de Uluslararası Enerji Ekonomisi Birliği’nde yaptığı konuşmada verdiği rakamları hatırlayalım. 1957 yılında Alberta’nın 75 trilyon metre küp olarak tahmin edilen toplam gaz rezervi, aradan 28 yıllık bir tüketim dönemi geçmesine rağmen 1985’te 149 trilyon metre küp olarak hesaplanmıştır. Aynı rakamlar 1987’de 170 trilyon, 1992’de ise 200 trilyon metre küpe ulaşmıştır. Bir başka ifadeyle, Kanada, doğal gaz rezervini tüketmek bir yana, zamanla daha fazla doğal gaz kaynakları keşfetmiştir. Kötümser tahmincilerin kavrayamadığı şey, özel mülkiyetin insanları, mevcut kaynaklarını daha iyi korumaya ve kıtlaşmaya başladıkları andan itibaren de alternatiflerini aramaya teşvik etme işlevine sahip olduğudur. Özel mülkiyet düzeninde bir kaynak kıtlaşmaya başladığında fiyatı yükselişe geçer. Fiyat yükselişi ise, üreticileri, kaşifleri, mühendisleri ve müteşebbisleri ya söz konusu kaynağı korumaya ya alternatiflerini daha özenle araştırmaya, yada söz konusu kaynaktan daha fazla ürün elde edilmesini mümkün kılacak yeni teknikler geliştirmeye teşvik etmek ve zorlamak gibi önemli bir işlevi yerine getirir. Özel mülkiyet konusu olduğu sürece kaynakların tükenmesi ihtimali gittikçe azalmakta ve sürekli olarak geleceğe ertelenmektedir. Konuya yeterince kafa yormayanlar özel mülkiyetin insanın bencilliğinin ürünü olduğunu iddia ederler. Oysa, özel mülkiyet hakkı, bir yandan kendine ait olmayan şeyleri kendine mal etmek isteyenlere karşı engel teşkil ettiği gibi, öte yandan, kaynakları kullananlara davranışlarının tüm maliyetlerini üstlenme yükümlülüğü de getirir. Mülkiyet hakkı açık ve net olarak tarif edilerek yasal güvenceye kavuşturulup alım satım konusu hâline getirildiğinde, mal ve hizmet üretenler, kaynak sahiplerine, en azından, onları başka alanlarda kullandıkları zaman sağlayabilecekleri kazanca eşit bir bedel ödemek zorunda kalırlar. Hiç kimse mülkiyet sahiplerinin kıt kaynaklarına, tazminat ödemeden, el koyup kullanamaz. Özel mülkiyetin son derece önemli bir yararı da iktisadî gücün merkezîleşmesini önlemesi, iktisadî gücü dağıtmasıdır. Özel firma sahipleri, sizi ne kendileri için çalışmaya, ne de kendilerinden mal satın almaya zorlayabilir. Gelirinize ve mal varlığınıza vergi koyamaz. Başkaları size, ancak sizin daha değerli bulduğunuz bir şeyi vererek malınızın bir kısmına sahip olabilirler. En büyük firma sahibinin gücü size benzer şeyleri satmak isteyen başkalarının rekabeti ile sınırlanmıştır. Buna karşılık, kamu mülkiyetinin özel mülkiyet hakkının yerine geçtiği eski Doğu Avrupa ve Sovyetler Birliği’nde muazzam bir siyasal ve iktisadî güç, sınırlı sayıda yöneticinin elinde toplanmıştı. İşte özel mülkiyet düzeninin en büyük erdemi, iktisadî gücün az sayıda insanın elinde aşırı şekilde toplanmasını önlemektir. Özel mülkiyetin yaygınlaşması, tiranlığa ve iktidar gücünün suistimaline karşı en büyük güvencedir. Nobel ödüllü iktisatçı Milton Friedman, Doğu Avrupa için en iyi gelişme programının üç kelimede özetlenebileceğini, bunların da “özelleştirme, özelleştirme ve özelleştirme” olduğunu vurgulamıştır.(6) Açıktır ki, özel mülkiyet hem iktisadî gelişmenin hem de insan özgürlüğünün vazgeçilmez şartıdır.
2. Mübadele Özgürlüğü: Mübadele Hacmini Daraltan Politikalar Ekonomik Gelişmeyi Köstekler.
Gönüllü mübadele, bir sosyal işbirliği modelidir. Bu sayede taraflar istedikleri şeyleri giderek daha fazla elde edebilme imkânına kavuşurlar. Piyasa sisteminde, ne alıcılar ne de satıcılar mübadeleye zorlanırlar. İnsanlar arasında mübadele arzusu uyandıran tek şey kişisel çıkarı artırma arayışıdır.
Daha önce de gördüğümüz gibi, mübadelenin daha fazla üretim ve daha çok gelir yaratma özelliği vardır. Bu durumda, hükümetlerin, hangi nedenle olursa olsun, mübadeleyle sağlanan işbirliğini ve dayanışmayı engellemesi, iktisadî gelişmenin soluğunu kesecek kadar ciddî sonuçlar yaratır.
Devlet, mübadele sürecini çeşitli şekillerde boğar. Bir kere, yeni bir teşebbüse girişmek veya yeni bir iş yeri açmak isteyen insanların karşısına son derece bıktırıcı bürokratik engeller çıkarılır. Bu işlere girişebilmek için dünya kadar form doldurtulur, değişik resmî veya gayri resmî kuruluşlardan izin istenir, yeni işiniz için yeterli mali güce sahip olup olmadığınız araştırılır vs. Bu safhaların başarıyla geçilmesi için tatmin edici bir rüşvet vermediğiniz veya iktidardaki siyasî partinin kasasına bağışta bulunmadığınız takdirde başvurularınız çoğu zaman geri çevrilir. Hernando De Soto, The Other Path adlı kitabında Lima’da (Peru) beş kişilik bir ortak grubun küçük bir konfeksiyon atölyesi açabilmek maksadıyla gerekli formları doldurup izin belgelerini elde edebilmeleri için tam 289 gün geçtiğini ve bu arada on kere rüşvet istendiğini belirtmiştir. Eğer işinizi yabancı sermayeyle finanse edecekseniz, karşılaşacağınız bürokratik engellerin daha da arttığını görürsünüz. Hiç kuşku yok ki, teşebbüs hayatının bürokratik formalitelerle bu kadar boğulması politik yozlaşmanın ve pek çok dürüst iş erbabının yeraltı sektörüne (De Soto’nun deyimiyle “gayri resmî sektör”) rağbet etmesinin en önemli nedenlerindendir.
Hükümetlerin kanun hâkimiyeti yerine keyfî ve ayrımcı siyasî otoriteyi ikame etmeleri de mübadele sürecini boğan uygulamalardan biridir. Bazı ülkelerde siyasî iktidarın, ekonomik durumun ciddî sorunlarla karşılaşması hâlinde, geniş müdahale yetkileriyle donatıldıkları görülür. Ekonomik tablonun vehamet derecesini takdir yetkisi kendilerine bırakılan yönetimdeki etkin kişilerin rüşvet tekliflerine ne kadar direnebileceği de kuşkuludur. Guatemala’da 1980’li yıllarda, gümrük memurlarına “millî menfaat” gerektirdiğinde gümrük tarifelerini artırma yetkisi tanınmıştı! Yönetimin müdahale gerekçelerinin bürokrasinin takdir yetkisine dayandırılmasının, iş dünyasının muhtaç olduğu güven iklimini ne kadar bozabileceği, bu yüzden yeni yatırım hamlelerinin ne kadar pahalı ve cazibesiz hâle geleceği aşikârdır. Hangi niyetle yapılırsa yapılsın, devletin fiyat denetim uygulamaları da mübadele sürecinin soluğunu kesme sonucunu doğurur. Devlet, bir malın fiyatını, serbest piyasada oluşan seviyenin üstünde tuttuğu takdirde söz konusu malın talebi düşeceğinden mübadele hacmi de o kadar daralır. Piyasa fiyatının altında tutulacak yapay bir fiyat ise bu sefer üreticilerin daha az üretmelerine neden olur. Serbest piyasa fiyatlarının ister altında isterse üstünde tutulsun, devletçe belirlenen fiyatlar ticaret hacminin, dolayısıyla, gerek üretim gerekse mübadeleden doğan kazanç imkânlarının azalmasının en başta gelen nedenlerinden biridir.
Mübadele, bize, kaynaklarımızı daha iyi değerlendirerek daha fazla tüketim yapma imkânı sağlayan verimli bir süreçtir. Millî sanayiyi korumak gibi erdemli bir amaca hizmet için oluşturulsalar da, devletçe belirlenen iktisadî politikalar gelişme sürecini tıkayan, engelleyen ve sonuçta tüketim imkânlarımızı daraltan, yani refah seviyemizi düşüren verimsiz yöntemlerdir. Ticareti sınırlayan ve yeni yatırım hamlelerinin maliyetini artıran kısıtlamaların asgarî seviyede tutulması, mevcut kaynaklarla maksimum refah arayışının zorunlu şartıdır. Başkalarının satın alma arzusu gösterdikleri bir hizmeti yerine getirme yeteneği, verimli olmanın tek ölçütüdür. Serbest piyasa sistemi, mevcut imkânlarıyla daha iyi yaşamak isteyen çok sayıda insanın arzularını kendiliğinden uyumlulaştıran verimli bir cihazdır.
3. Rekabetçi Piyasalar: Rekabet Kaynakların Etkili Kullanımını Teşvik Eder ve Yararlı Gelişmeler İçin Daimî Bir Motivasyon Sağlar.
Rekabet, sınai verimlilik artışının temelini oluşturan yenilikçi gelişmelerin kaynağıdır. Bu niteliğiyle, israfı azaltarak, üretimi, maliyetini düşüremeyenlerden alır, düşük maliyetle gerçekleştirenlere teslim eder.(7)
Clair Wilcox
Piyasaya giriş ve çıkışların serbestleştirilmesi ile birlikte, alternatif satıcılar arasında rekabet ortamı doğar. Rekabet, küçük olduğu kadar büyük çaplı firmalar arasında da olabilir. Firmalar, yerel, bölgesel, ulusal hatta uluslar arası piyasalarda rekabet ederler. Rekabet, piyasa ekonomisinin dinamosudur.
Rekabet üreticileri daha verimli çalışmaya ve tüketicilerin tercihlerine uymaya zorlar, verimsiz firmaları piyasadan süpürür. Tüketicilere istedikleri fiyat ve kalitede mal sağlayamayan firmalar zarar ederek piyasadan ayıklanırlar. Rekabet mücadelesinde ürünün kalitesi, biçimi, satışa arz edildiği yerin uygunluğu, reklâmı, fiyatı, satış sonrası servisi gibi unsurların önemi büyüktür. Ancak en mühim husus, tüketicilere hiç olmazsa başkaları kadar değer sunabilmektir.
Mc Donalds, General Motors veya başka bir firmanın faaliyetlerini keyfî biçimde gerçekleştirmesini, kalitesiz mal ve hizmet üretmesini engelleyen şey nedir? Rekabet. Mc Donalds, ürettiği sandviçleri güleryüzlü personelle ve cazip bir fiyatla sunmadığı takdirde, müşterilerinin Burger King veya Wendy’s gibi rakip sandviççilere kayacağını çok iyi biliyor.
Rekabetin, firmaları sürekli olarak mallarının kalitesini yükseltmeye ve daha düşük maliyetli üretim metodlarını keşfetmeye itme işlevi de vardır. Hiç kimse gelecekte tüketicilerin hangi malları tercih edeceğini veya hangi üretim tekniklerinin parça başına üretim maliyetini en düşük seviyeye indirebileceğini önceden kesin olarak bilemez. İşte rekabet olgusu, bu bilinmezleri bulmaya yardım eden bir süreçtir. Müteşebbis yeni bir ürünü veya üretim yöntemini özgürce ortaya atar. Beklediği tek şey, mâli yatırımcıların sahip olduğu fonlarla kendisini desteklemesidir. Piyasa ekonomilerinde müteşebbisler yenilikçi hamlelerde bulunurken, ne merkezî bir plânlama otoritesinin, ne de parlâmento çoğunluğunun onayını almak zorundadır. Tüketiciler, müteşebbislerin ortaya attığı yenilikleri yargılayan nihaî yargı makamı ve halk jürisidir. Yeni üretimi beğendikleri takdirde tüketiciler, kanaatlerini, üretilen her birime maliyetinden daha yüksek bir fiyat ödemeyi kabul ederek gösterirler. Buna karşılık, tüketici jürisinin ödemeye hazır olduğu fiyat, parça başına maliyetten daha düşükse firma için kaçınılmaz sonuç piyasadan çekilmektir.
Piyasada yaşama şansı bulan ve yaşamayı sürdürmek isteyen müteşebbisler, rekabet ortamında, sürekli yenilikler yaparak, maliyetlerini, ürettikleri mal veya hizmetin satış fiyatının altında tutmaya gayret etmek zorundadır. Çünkü, rekabetçi piyasada, bugün başarılı sınav vermiş bir ürünün yarın da aynı başarıyı sürdürmesinin kesin bir garantisi söz konusu değildir. Bu yüzden denilebilir ki, piyasa ekonomilerinde, rekabet, firmaları, tüketicilerin beğenisini kazanmak için hem kalite hem de düşük maliyet yarışına sokarak, gerekli disiplini kendiliğinden sağlayan en büyük güçtür. Rekabet, üretilen mal ve hizmetlerin birim maliyetlerini mümkün olan en düşük düzeyde tutmayı sürdürebilecek firma büyüklüğünün ve yapısının ne olması gerektiğini keşfetmemize de yarar. Diğer sistemlerden farklı olarak piyasa ekonomisinin herhangi bir teşebbüs tipi lehine kesin bir tercihi söz konusu değildir. İster çalışanların sahip olduğu bir kuruluş, ister şirket, isterse tüketici kooperatifi şeklinde olsun, her firmanın piyasaya girmesi serbesttir. Ancak hangi türden olursa olsun, tüketicinin ödeyeceği fiyattan daha düşük bir maliyetle üretim yapamayan bir firmanın rekabetçi piyasada yaşaması mümkün olamaz.
Aynı şey, firma ölçeği için de geçerlidir. Bazı üretim dallarında, büyük ölçekli üretimin tüm potansiyel avantajlarını elde edebilmek için firmaların belli bir ölçeğin altına düşmemeleri gerekir. Üretimlerini artırdıkça parça başına maliyetlerini düşüren büyük firmaların yanında, maliyetleri gittikçe artan küçük firmaların başarılı olmaları beklenemez. Bu şartlarda küçük firmaların piyasadan çekilmesi ve yerini genellikle şirketler düzeyinde organize olmuş büyük firmalara terketmesi kaçınılmaz hâle gelir. Otomobil ve uçak sanayileri bu türe örnek gösterilebilecek dallardır.
Bazı hâllerde ise, bireysel mülkiyete veya küçük çaplı ortaklığa dayalı işyerleri, büyüklerine oranla daha düşük maliyetle çalışırlar. Kişiselleştirilmiş özel mal ve hizmet üreten firmaların tüketiciler tarafından bilhassa tercih edildiği durumlar vardır. Hukuk danışmanlığı, doktorluk, kuaförlük, özel terzilik gibi alanlarda küçük işyerlerinin daha başarılı oldukları görülür. Anlaşılacağı gibi, piyasa ekonomileri, ödenecek fiyata oranla maliyet unsurunun ışığı altında, üretici ve tüketicilerin karşılıklı etkilerini yansıtma gücüyle, en uygun işletme tipini ve ölçeğini gösterebilme kabiliyetine sahip ekonomilerdir.
Düşük maliyetli üretimi gerçekleştirebilen büyük ölçekli firmaların yurt dışında rekabet etmelerini sağlayabilmek için, onların yurt dışında, yabancı firmaların ise ülke içinde satış yapma imkânlarının kısıtlanmaması hayatî önem taşır. Bu, özellikle küçük ülkeler için geçerlidir. Söz gelişi, Kore gibi yerel pazarı dar bir ülkede yerli otomobil üreticisinin yurt dışına otomobil satması sınırlandığında, üretilecek otomobillerin maliyetlerinin son derece yüksek seviyelerde kalması tehlikesi söz konusudur. Öte yandan, küçük ülkelerdeki tüketicilerin, düşük maliyetle üreten büyük ölçekli yabancı firmaların otomobillerini satın almaları yasaklandığında, kendi ülkelerinde üretilen son derece pahalı ve büyük bir ihtimalle kalitesiz otomobilleri satın almak zorunda kalacakları da açıktır.
Özetle, rekabet insanların kendi çıkarlarını öne çıkaran bir yarışmaya dönüşse de, son tahlilde, hepimizin hayat standardını yükselten bir süreçtir. Adam Smith’in Milletlerin Zenginliği adlı kitabında da belirttiği gibi, insanları iktisadî faaliyetlerinde yönlendiren temel itici güç kişisel
çıkar duygusudur:
“Yemek masalarımızı donatmamızı sağlayan şey, kasabın veya fırıncının hayırseverliği değil, onların kişisel çıkarıdır. İhtiyaç duyduğumuz şeylerin karşılanmasında başkalarının hayır severliklerine değil, benlik sevgilerine hitap ederiz ve kendileriyle muhatap olduğumuzda kendi ihtiyaçlarımızdan değil, fakat onların kazançlarından söz ederiz”.(8)
4. Etkin Bir Sermaye Piyasası: Bir Millet Potansiyel Gelişme Gücünü Ortaya Çıkarmaya Kararlıysa, Sermayesini Refah Üretici Projelere Yönlendiren Bir Mekanizmaya Sahip Olmalıdır.
Tüketim, üretimin nihaî amacıdır. Ne var ki, tüketim malları üretimini büyütebilmek için önce kaynaklarımızı makina, alet, ağır donatım malları denilen sermaye kalemlerinin yapımında kullanırız. Bu kalemlere iktisatta yatırım malları adı verilir.
Bu tür malların üretiminde kullanılacak olan kaynaklar, tüketim malları üretiminden çekileceği için, başlangıçta, tüketim mallarının üretimini ister istemez düşürür. Bu yüzden yatırım, tasarrufu, yani tüketimden fedakârlığı gerektirir. Ya yatırımcının ya da yatırımcıya fon sağlayacak insanların tasarruf etmesi şarttır. Kim tarafından yapılırsa yapılsın, gerekli fonların tasarruf yoluyla oluşturulması, yatırımın zorunlu başlangıç aşamasıdır.
Ancak, tasarruf denilen bir tüketim fedakârlığına mâl olsa da, her yatırım projesinin refah üretici olduğu sanılmamalıdır. Milletin refahını artırabilmesi için, yatırımın sağlayacağı üretim artışı değerinin, yatırımın maliyetini aşması gerekir. Aksi takdirde, üretebildiği değer kendi maliyetini aşmayan bir yatırım, refah düşürücüdür. O hâlde, üretim potansiyelini harekete geçirmek isteyen bir millet, önce tasarrufları cezbeden sonra da bunları refah artıran yatırım projelerine yönelten bir mekanizmaya sahip olmalıdır.
Piyasa ekonomilerinde sermaye piyasasının işlevi budur. Çok geniş alanlı bir piyasada menkul değerler, emlâk ve sermaye piyasası gibi çok çeşitli piyasa türlerine rastlanır. Bankaların, sigorta şirketlerinin, sosyal güvenlik kurumlarının ve yatırımcı kuruluşların önemli rolleri vardır. Sermaye piyasası, tasarruf eden insanlarla iş âleminin çeşitli faaliyetlerini finanse edebilmek için fon arayan yatırımcıların davranışlarını koordine eder. Özel yatırımcı, potansiyel yatırım projelerini değerlendirerek kendisi için en kârlı olacağını sandığı projeyi veya projeleri seçer. Daha önce de sık sık değindiğimiz gibi, yarattığı üretim artışından doğan gelirler kendi maliyetini aşan yatırımlar kârlı yatırımlardır. Bir yatırımın yaratacağı gelirlerin maliyetini aşması demek, halkın, o yatırımın kullandığı kaynakların değerine oranla, yarattığı üretime daha fazla değer vermesi demektir. Bu yüzden, kârlı yatırımlar, sadece yatırımcının değil, aynı zamanda, milletin refahını da artırır.
Kuşkusuz, belirsizlikler dünyasında, özel yatırımcılar bazen yanlış kararlar da alırlar. Kârlı olmayan projelere yatırım yaptıkları da olur. Buna rağmen, yatırımcıların zarar etme endişesiyle yatırım yapmaktan çekinmeleri hâlinde yenilikçi düşünceler, tüketiciler nezdinde sınavdan geçme şanslarını yitirirler. Riskli fakat refah artırıcı projeler sahipsiz kalırlar. Yanlış da olsalar alınan yatırım kararları, yeni teknik ve ürünleri keşfedebilmek için ödenmesi zorunlu bir bedel olarak kabul edilmelidir. Ancak, verimli olmayan yatırımlara bir yerde dur demek de gerekir. İşte sermaye piyasasının böyle bir işlevi vardır. Yatırımcılar, karşılığında bir bedel ödemek zorunda kalacakları için, sermaye piyasasından sağladıkları fonları kâr getirmeyen verimsiz projelere yönelterek israf edemezler.
Sermaye piyasasının yokluğunda, kaynakları, tasarrufları cezbedecek refah artırıcı projelere tahsis etmek imkânsızdır. Yatırım kaynaklarının dağılımında piyasanın değil, devletin etkili olması durumunda ise, çok farklı yatırım kriterleri kullanılır. Ancak, çeşitliliklerine rağmen, bu kriterlerin ortak niteliği, politik tercihlere dayanmalarıdır. Piyasanın kârlılık kriteri yerine, siyasî iktidara yakınlık derecesine göre fertler ve gruplar arasında ayrım yapma eğilimi proje seçiminde ağırlık kazanır.
Politikanın piyasanın yerine geçmesiyle yatırım projelerinin refahı artırıcı etkileri zayıflarken, refahı azaltıcı etkileri güçlenir. Eski Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkelerinin yaşadıkları tecrübeler bunun en açık delilidir. Yaklaşık kırk yıl boyunca bu ülkelerde dünyanın en yüksek yatırım oranları gerçekleştirilmiştir. Öyle ki, merkezî plânlama uzmanları, millî gelirin hemen hemen üçte birini yatırıma tahsis etmişlerdir. Bu yüksek oranlara rağmen, yatırımlar, politik düşüncelerin ekonomik düşünceleri geri plâna itmesi yüzünden, hayat standardını yükseltmede son derece başarısız olmuştur.
Hükümetlerin sık sık faiz oranlarına tavan getirdikleri görülür. Böyle bir müdahaleyle, beklenenin aksine, şahsî tasarrufların refah arttıran yatırım projelerine akması engellenmiş olur. Faiz oranlarını sınırlama politikası, bir de enflasyonist para politikasıyla çakışırsa, iktisatçıların “reel faiz” oranı dediği enflasyondan arındırılmış faiz oranı sıfırın altına iner, yani, negatif hâle gelir. Faiz oranlarının enflasyon oranının altına inmesi demek, tasarruf eden insanların yoksullaşması demektir. Tasarruflarından sağladıkları faiz gelirinin satın alma gücünün gittikçe düştüğünü gören kimselerin tasarruf şevkleri azalır. Millî para ve sermaye piyasalarının kaynağı kurur. Tasarruflarını verimli bir biçimde değerlendirmek isteyen yerli yatırımcılar, bu şanslarını dış piyasalarda değerlendirme eğilimine girerler. Ülkeden “sermaye kaçışı” başlar, ülkeye yabancı tasarrufları çekme şansı kalmaz. Faiz oranlarının hükümetçe belirlenmesi, para piyasalarını tahrip eder, çökertir. Sonuçta ülke ekonomisinde yatırım ikliminin bozulduğu, ekonomik durgunluk ve hatta gerilemenin başladığı görülür.
Tablo 1’de görüldüğü gibi, 1980’li yıllarda Arjantin, Zambiya, Somali, Uganda, Sierra Leone, Ekvator, Gana, Tanzanya bu yolu izlemişlerdir.
Tablo 1: Sermaye Pazarları, Reel Faiz Oranları ve Gelişmekte Olan Ülkelerde Kişi Başına Düşen Gayri Safi Yurtiçi Hasılanın Yıllık Büyüme Oranı
*Gerçek faiz oranı, yıllık nominal faiz oranı eksi enflasyon oranıdır.
Kaynak: Dünya Bankası, Dünya Gelişme Raporu (Yıllık) 1990-92 Baskısı.
Söz konusu ülkelerin tümü bir yandan enflasyonist para politikası izlerken, bir yandan da faiz oranlarına tavan getirmişlerdir. Sonuçta, enflasyondan arındırılmış faiz oranları 1980’li yıllar boyunca negatifte seyretmiş olan bu ülkeler, aynı dönemde millî gelirlerinin düştüğünü, yani Negatif bir büyüme gerçekleştirebildiklerini görmüşlerdir.
Adı geçen ülkelerin yaşadığı tecrübeler, daha önceki teorik tesbitimizi doğrulamıştır. Yani, devletin faiz oranlarının para piyasalarında serbestçe oluşmasına izin vermediği ve faizleri sınırladığı ülkelerde, tasarrufları, refah yaratıcı yatırım projelerine yönlendiren mekanizma bozulmuştur. Bu hayatî mekanizmadan yoksun kalan ülkeler, 1980’lerde, millî gelirlerinin, artmak bir yana, azaldığını görmüşlerdir. Para piyasalarının serbestçe işleyişine müdahale ederek, fiyat mekanizmasının göstergelerini bozan ülkeler, bu akıl dışı tutumun bedelini ağır biçimde ödemeye mahkûmdurlar.
5. Parasal İstikrar: Enflasyonist Para Politikaları Fiyat Sinyallerini Bozar ve Pazar Ekonomisini Çökertir.
Para, herşeyden önce, mübadele aracıdır. Üretilen her türlü mal ve hizmetin değerinin kendisine dönüştürüldüğü bir ortak ölçü olduğu için ticaret yapmanın zahmetini ve maliyetini önemli ölçüde azaltır. Para sayesinde insanlar gelir elde etme ve fiyat ödeme gibi süreklilik arzeden bir karmaşık mübadele sürecine girebilirler. Para, bugünkü satın alma gücümüzün bir kısmını biriktirme imkânı sağlar. Nihayet para, zaman içinde oluşacak gelir ve gider akımlarının hesaplanmasına yarayan bir değer ölçüsüdür.
Ancak, paranın bu işlevlerini yerine getirebilme kabiliyeti değerinin korunabilmesine bağlıdır. Bir bakıma, dilin iletişim sürecindeki rolü ne ise, paranın ekonomi içindeki rolü de odur. Açıkça tarif edilmemiş, anlamları kesinliğe kavuşturulmamış kelimeler kullanarak konuşmacılarla dinleyicilerin iletişim kurması imkânsız gibidir. Para için de aynı şey geçerlidir. Para, istikrarlı ve önceden bilinebilen bir değerden yoksun bırakıldığı sürece, mübadeleyi sürdürebilmek için vadeli işlemlerde alan ve satan taraflar büyük risklere maruz kalırlar. Aynı şekilde, gerek tasarruf gerekse yatırım girişimleri, para değerinde ileride meydana gelebilecek değişmelerin boyutları önceden kestirilemeyeceğinden, çok riskli hâle gelir. Paranın değeri istikrar kazanmadığı sürece, mübadele arzusu zayıflar. Sonuçta da uzmanlaşmanın, büyük ölçekli üretimin ve sosyal işbirliğinin yaratacağı verimlilik ve refah düşmeye başlar.
Parasal istikrarsızlığın sebebi gayet açıktır. Diğer bütün mallar gibi, paranın değeri de arz ve talebine göre belirlenir. Para arzının sabit tutulması veya çok düşük ve düzenli ölçüde sı halinde, paranın satın alma gücü de istikrar kazanı, karşılık, para arzının mal ve hizmet arzına oranla daha ve önceden kestirilemeyen ölçüde artması, fiyatların genel seviyesini hızla yükselterek enflasyona, dolayısıyla, satın alma gücünün düşmesine neden olur. Para arzındaki artışın temel nedeni, hükümetlerin borçlarım ödeyebilmek için para basmalarıdır.
Politikacılar çoğunlukla enflasyonun suçunu açgözlü sadakama güçlü işçi sendikalarına, büyük petrol şirketlerine ve yabancılara atarlar. Bunlar gerçeği saptırıcı kurnaz taktiklerdir. Gerek iktisat teorisi gerekse tarihi deneyimler, kalıcı enflasyonun tek bir kaynaktan çıktığını göstermektedir. Para arzındaki hızlı artış Tablo 2 bu noktayı yeterince aydınlatmaktadır.
1980’1i yıllarda para arzın, düşük hızla artıran ülkelerin karşılaştıkları enflasyonlar da küçük oranlı olmuştun Almanya Japonya, ABD gibi büyük, İsviçre, Hollanda, Fildişi, dahili ve Kamerun gibi küçük ülkeler bu gruba dahildir. Buna karşılık para arzlarını hızla artıran ülkeler enflasyon oranının da hızla yükseldiğim görmüşlerdir.
Tablo 2: Parasal Büyüme ve Enflasyon, 1980-1990.
Kaynak: Dünya Bankası, Dünya Gelişme Raporu, 1992.
Para arzının büyüme oranı, nominal para arzı büyümesi ile gayrisafi yurtiçi hasıla arasındaki farka eşittir.
Portekiz, Venezüella, Kostarika, Türkiye, Gana, Zaire ve Meksika bu gruba dahil ülkelerdir. Para arzları aşırı şekilde büyüyen ülkeler ise hiperenflasyonla karşılaşmışlardır. İsrail, Peru, Arjantin ve Bolivya bu tür enflasyonun en canlı örneklendi. Bu ülkelerde üç haneli para artış hızı, üç haneli enflasyon oranlarına yol açmıştır. Hızlı parasal büyüme ile enflasyon arasındaki bağlantı iktisatta akla en yakın ilişkilerden biridir.
Enflasyon, iktisadî refahın temelini tahrip eder, geleceğe dönük plân yapmayı ve yatırım projelerine girişmeyi son derece riskli hâle getirir. Yüksek oranlı enflasyonun iş âlemine getirdiği belirsizlik nedeniyle, yatırımcılar, sermayelerini uzun vadeli işlemlere yatırmaktan kaçınırlar.
Enflasyon sürdükçe, halk zamanının çoğunu üretimden çok sahip olduğu sınırlı servetin değerini koruma çabalarına tahsis eder. Fiyatların gelecekte alacağı istikametlere ait değişik beklentiler yüzünden insanlar, sonunda herkese yarayacak üretimin ve ticaretin yavaşlamasına sebep olan spekülatif işlere rağbet etmeye başlar. Tasarruf edilerek yaratılmış fonlar bina, makina, teknolojik gelişme gibi yeni yatırımlara sırtını döner; altın, gümüş, sanat eseri ve dövize yönelir.
Enflasyonun tahripkâr ekonomik etkilerinin yanısıra, son derece zararlı psikolojik bir sonucu da vardır: Halkın devlete olan güven duygusunun yok olması! Canlarına ve mallarına kastedenlere karşı koruyucu kanatlarına sığındığı devletin kendisini aldattığını gören halktan, bundan böyle yapacağı sözleşmelere sadık kalması beklenebilir mi? Parasının değerini beklenmeyen ölçülerde sulandıran bir devlet, sütçünün sütünü sulandırmasını engelleyebilir mi, veya mevcut hissedarlarına danışmadan hisse senetlerinin sayısını artırarak onların değerini düşüren bir şirkete müdahale etse bile ne kadar etkili olabilir?
İstikrarlı bir parasal rejim yaratmanın gerekli kıldığı, hayatî önemde bazı genel ilkeler vardır. Bir kere, devlet para politikasını yönetecek bir merkez bankasına sahip olacaksa, bu kurumun politik iktidardan mutlaka bağımsızlaştırılması ve fiyat istikrarını koruma işlevinin sonuçlarından sorumlu tutulması şarttır. Dünyanın en bağımsız merkez bankası, Almanya’nın Bundensbank’ıdır. 1957 tarihli “Bundesbank Kanunu”na göre Banka, her türlü hükümet müdahalesinden bağımsız olup, devletin iktisat politikalarını ancak kendisinin parasal istikrarı koruma görevini engellememeleri kaydıyla destekleyecek bir güçle donatılmıştır.
Buna karşılık, Lâtin Amerika ülkelerinde merkez bankalarının politik iktidarların emrinde olduğu, bütçe açıklarını yeni para basarak finanse etmek istemeyen merkez bankası yöneticilerinin sık sık, hükümetle ilişkilerinde daha uyumlu ve işbirlikçi tutum izleyenlerle yer değiştirdikleri görülür. Bu durumda, Bundesbank’ın, dünyada enflasyona karşı en başarılı merkez bankası, Lâtin Amerika bankalarının ise enflasyonist para arzı şampiyonu unvanını alması şaşırtıcı olmasa gerekir.
Merkez bankası yetkilileri çeşitli şekillerde sorumlu tutulabilirler. Örneğin, kanun gücüyle onlardan parasal büyüme oranlarını dar bir şerit içinde tutmaları istenebilir. Bunun başarılamaması, otomatik bir şekilde, işe son verme gerekçesi olarak kabul edilebilir. Banka yetkililerinin maaş ve ikramiyelerinin, fiyat istikrarını koruma konusundaki başarılarına endekslenmesi düşünülebilir.
Hong Kong ve Singapur gibi bazı ülkeler parasal istikrardan sorumlu bir para kurulu ihdas etmişlerdir. Bu kurul, millî para ile rezerv tutulan para arasında sabit bir kur belirlemiştir. Sistemde para kurulu Amerikan Doları gibi paralardan oluşan döviz rezervi ve bununla yüzde yüz oranında ilişkilendirilmiş millî paranın değerini korumakla görevlendirilmiştir. Bu sayede, ülkede yaşanabilecek enflasyon oranının, parası ve senetleri rezerv olarak tutulan ülkeninkiyle aşağı yukarı aynı seviyede seyretmesi hedeflenmiştir.
Para ve fiyat istikrarını gerçekleştirmeye yönelik politikaların çeşitliliğine rağmen, bu konunun iktisadî refahın yükseltilmesindeki önemi üzerinde hemen hemen herkes mutabıktır. Çünkü, bilinir ki, parasal istikrarın olmadığı ekonomilerde ne sermaye birikiminin yaratacağı potansiyel kazançlardan yeterince yararlanılabilir, ne de ticarî hayatta vadeye dayalı mübadele işlemleri eski canlılığını koruyabilir. Sonuç, üretimden giderek soğuyan ülke halkının potansiyel gücünü değerlendirmede başarısız kalınmasıdır.
6. Düşük Vergi Oranları: Halk, Kazancının Kendisine Kalan Kısmı Büyüdükçe Daha Fazla Üretir.
Çalışan insanların alın terlerini aşırı ölçüde vergilendirmek, fabrikaları kapattıran, ekili tarlaları sattıran ve sokakları iş arayan insan yığınıyla dolduran son derece zararlı bir şeydir.
Franklin Roosvelt, Pittsburg, Ekim 1952
Aşırı derecede yüksek vergi oranları insanların çalışma ve kaynaklarını değerlendirme heveslerini azaltır. Gelirin marjinal diliminin, yani ilâve biriminin vergilendirilmesi özellikle önemlidir. Çünkü, marjinal vergi oranı arttıkça, insanların artan gelirlerinden ellerinde kalacak pay giderek azalır.
Yüksek marjinal vergi oranlarının üretimi ve geliri azaltmasının üç temel nedeni vardır. Birincisi, yüksek vergi oranlarının çalışma şevkini azaltarak iş hayatında verimliliği düşürmesidir. Marjinal vergi oranının yüzde ellibeşe veya altmışa çıkması demek, kişilerin kazançlarının yarısından daha azına sahip olabilmesi demektir. Bu durumun, çalışan insanların çalışma arzularını ve gayretlerini ne kadar zayıflatacağını kestirmek güç değildir. Aynı nedenle, insanların çalışma saatlerini azalttıkları, daha çok tatil yaptıkları, fazla mesaiden kaçtıkları, daha erken emekli oldukları, çok kazançlı fakat riskli yatırımlara girişmekten kaçındıkları görülür. Bazı hâllerde de, sermaye sahipleri sermayelerini daha düşük vergi oranı uygulayan ülkelere yatırırlar veya kendileri göç ederler.
Yüksek vergi oranları işgücünün etkinliği düşük işlere rağbet etmesine de yol açar. Bazı insanlar, vergiye tâbi işlerden çok, vergiden muaf, verimsiz ve şahsî emek gücüyle kazanç sağlayan işlere yönelirler. Sonuç, kaynakların israfı ve verimsizliktir.
İkinci neden, yüksek vergi oranlarının sermayenin birikim hızını ve etkinliğini azaltmasıdır. Yerli yatırımcılar, carî gelirlerini vergiden koruyabilmek için, yüksek kazanç vaadeden projelerden çok, vergi muafiyeti tanınmış verimsiz projelere yönelirler. Gerçi, vergiden muaf projeler de yatırımcılara kazanç sağlar. Ne var ki, bu tür projeler, ancak devlet teşviki sayesinde yatırımcıyı cezbedebilen, verimsiz ve kullandığı kaynakların ekonomik değerini artıran değil azaltan projelerdir. Sonuç, ülkenin kıt sermayesinin etkin kullanım alanlarından uzaklaştırılarak verimsiz alanlarda israf edilmesidir.
Üçüncü neden, yüksek marjinal vergi oranlarının, fertleri, çok arzuladıkları ancak vergi matrahından düşüremedikleri mal tüketiminden caydırırken, matrahtan düşürebildikleri fakat daha az arzu ettikleri malları kullanmaya sevketmesidir. Burada etkinsizliğin nedeni, fertlerin vergi indiriminden yararlandırılan harcamalarının ancak bir kısmını yükleniyor olmalarıdır. Çünkü, yüksek marjinal vergi oranları, yüksek gelir dilimindeki kişilerin, vergiden düşürülebilen harcamalarını ucuzlatır. Topluma değil, kişiye olan maliyeti düştüğü için, yüksek marjinal vergi mükellefi, lüks otomobil, lüks büro ve turistik yerlerde iş toplantıları organizasyonu gibi verimsiz harcamalara adeta teşvik edilmiş olur. İş adamları, bu tür mal ve hizmet harcamalarını çok istedikleri için değil, vergi sistemi özendirdiği için yaparlar. O hâlde, kaynak kullanımında israf ve etkinsizlik, teşvik sisteminin yan ürünleri olarak görülebilir.
Kısaca, iktisadî analizin gösterdiği gibi, artan oranlı vergi uygulaması, üretken faaliyetleri zayıflatan, sermaye birikimini yavaşlatan ve kıt kaynakların israf edilmesini teşvik eden özellikleri yüzünden, ülkenin gelir seviyesini ulaşabileceği noktanın altına düşüren, bu yüzden üzerinde dikkatle düşünülmesi gereken bir yöntemdir.
Tablo 3’ün gösterdiği gibi, bazı az gelişmiş ülkelerde genellikle düşük gelirlere bile aşırı marjinal vergi uygulandığı görülmektedir. Örneğin, Tanzanya hemen hemen bütün gelirleri yüzde 50 oranında vergilendirmiştir. Bu yüzden, halk, kazancının ancak yarısına sahip olabilmiştir. Aynı şekilde, 10.000 doların altında ve hemen hemen aynı düzeyde gelire sahip Zambia, Gana ve Zaire’de halk yüzde 55 ile 75 arasında marjinal vergi oranına tâbi tutulmuştur. En yüksek marjinal oranların uygulandığı İran, Fas, Dominik Cumhuriyeti ve Kamerun gibi ülkelerde bu oranlar yüzde 60’lara kadar yükseltilmiştir. Sonuçta, 1980’lerde kişi başına Gayri Safi Milli Hasıla, yüksek vergi oranı uygulayan ülkelerde düşmüştür. Bu ülkelerden sadece Fas anılan dönemde mütevazı bir büyüme gerçekleştirebilmiştir.
Buna karşılık, Hong Kong, Endonezya, Maoritus, Singapur ve Malezya gibi düşük marjinal vergi oranı uygulayan ülkelerin hızla büyüdüğüne tanık olunmuştur, bu ülkelerin 1980’li yıllarda kişi başına Gayri Safi Milli Hasılaları, yılda yüzde 4,2 oranında büyüme kaydetmiştir.
Yüksek vergi oranları gelirin büyümesine ve refah artışına engel teşkil etmektedir. Bu yüzden, refah artışını hedefleyen ülkelerde, hükümetler, vergi oranlarını, özellikle de marjinal vergi oranlarını mutlaka düşürmelidir.
Tablo 3: Marjinal Vergi oranları ve Ekonomik Büyüme
Kaynak: Dünya Bankası, Dünya Gelişme Raporu, 1992.
7. Serbest Ticaret: Bir Millet, Başkalarına Oranla Düşük Maliyetle Üretebildiği Malları Satıp, Karşılığında Yüksek Maliyetle Üretebildiği Malları Satın Alabildiği Ölçüde Kazancını Artırabilir.
Serbest ticaretin aslı, fertlerin istedikleri malları almak ve satmak konusundaki kararlarına karışmamaktır.... Koruyucu gümrük sistemi ile askerî abluka birbirine benzer. İkisinin de amacı, ticareti engellemektir. Ancak, aralarında bir fark vardır. Askerî abluka, düşmanların ticaret yapmalarını engelemeye çalışırken, koruyucu gümrük kendi halkının ticaretini engeller.(9)
Henry George (1886)
Uluslararası ticaretin dayandığı ilkeler, aslında herhangi bir gönüllü mübadele olayının dayandığı ilkelerden farklı değildir. Mübadele, tarafların eskisine oranla daha fazla üreterek tüketimlerini çoğaltma imkânlarını artırır. Bunun üç temel nedeni vardır.
Bir kere, ülke halkları, uluslararası ticaret sayesinde, kaynaklarını en iyi üretebildikleri malların üretiminde ve satışında değerlendirir; karşılığında ise, kendilerinin yüksek maliyetle üretebildikleri malları satın alırlar. Kaynaklar ülkeler arasında farklı oranlarda dağıtılmıştır. Bu farklılıklar, maliyetleri de etkiler. Bu yüzden, bir ülkede pahalı olan bir malın üretimi, başka bir ülkede daha ucuz olabilir. Söz gelişi, Brezilya ve Kolombiya gibi sıcak ve nemli iklime sahip ülkeler kahve üretiminde son derece avantajlıdır. Buna karşılık, Kanada ve Avustralya gibi, toprağı nüfusuna oranla geniş ülkelerde halkın buğday ve sığır üretimi gibi arazi yoğun üretim dallarında; Japonya gibi toprağı, becerisi yüksek işgücüne oranla daha kıt ülkelerin ise fotoğraf makinası, otomobil ve elektronik eşya üretiminde uzmanlaşması daha avantajlıdır. Böylece, değişik dallarda uzmanlaşma ve ticaret sayesinde, insanların eskisine oranla daha yüksek üretim ve tüketim rakamlarına ve hayat standartlarına ulaştığı görülür.
İkincisi, uluslararası ticaretin, genellikle büyük ölçekli üretim, pazarlama ve dağıtım faaliyetlerinin ortalama maliyetlerini düşürerek yerli üretici ve tüketicinin daha fazla kazanmasını sağlamasıdır. Bu, küçük ülkeler için özellikle önemlidir. Çünkü, yerli tüketiciler, sadece iç pazarlara sıkışmış ticaretin sağlayamadığı maliyet düşüşü kazançlarını, uluslararası ticaretin sağladığı geniş pazarlama imkânlarıyla elde edebilirler. Sözgelişi, Hong Kong, Tayvan ve Güney Kore’nin tekstil üreticilerinin, dışarıya satış yapabilme imkânları olmasaydı, daha yüksek maliyetle çalışmak zorunda kalacakları kesindi. Oysa, uluslar arası ticaret sayesinde söz konusu firmalar, daha fazla üretip maliyetlerini düşürerek, dünya pazarlarında daha iyi rekabet edebilir bir konuma gelmişlerdir.
Uluslararası ticaret sayesinde yerli tüketiciler, büyük ölçekli yabancı firmalardan daha ucuz mal alarak kazançlı çıkarlar. Bu konuda uçak sanayii canlı bir örnektir. Uçak sanayiinin, bir yandan tasarım ve mühendislik hizmetlerinin, öte yandan da, imalatının maliyeti tek başına bir ülkenin sınırlı pazarının etkin bir üretime izin veremeyeceği kadar yüksektir. İşte uluslararası ticaret sayesinde, her ülkenin hava taşımacılığı firmaları uçaklarını Boeing veya Mc Donnel-Douglas gibi büyük ölçekli üretim yapan şirketlerden ekonomik bir biçimde temin edebilmektedirler.
Üçüncü olarak, uluslararası ticaret, yerel pazarlardaki rekabeti canlandırarak tüketicilere daha çeşitli ve kaliteli malı daha ucuza satın alabilme imkânı sağlar.
Yabancı ülke üreticilerinin rekabetine ayak uydurabilmek için yerli üreticiler, bir yandan mallarının kalitesini geliştirmek, öte yandan da maliyetlerini düşük tutmak gayretine girerler. Bunun yanısıra, yabancı ülkelerden yapılacak ithalat sayesinde, yerli halkın tüketebileceği mal çeşidi, dolayısıyla da tercih yapabilme imkânları artar.
Devletler, dış ticarete koydukları gümrük vergileri, kotalar, kambiyo kontrolleri ve çeşitli bürokratik müdahaleler ve sınırlamalarla, ticaretin maliyetini artırarak, mübadele olayının her iki tarafa sağlayacağı potansiyel kazançları düşürür. Henry George’un ifadesiyle, ticarî sınırlamalar bir devletin kendi halkına abluka uygulamasından farksızdır.
Tablo 4’te 1980’li yıllarda sekizi düşük, onu yüksek oranda ticarî kısıtlama uygulayan onsekiz az gelişmiş ülkede ticarî kısıtlamalarla iktisadî büyüme arasındaki ilişkiye ait bilgiler verilmektedir. Buna göre, düşük gümrük tarifesi uygulayan sekiz ülke, 1980’li yıllarda tarifelerini daha da düşürmüşlerdir. Ayrıca, kambiyo kontrollerine başvurmadıklarından karaborsa kurunun da söz konusu olmadığı bu ülkelerde, ötekilere oranla dış ticaret sektörünün payı büyümüştür. Bu sayede kişi başına yılık gelir artışı 1980-1990 döneminde %5’e ulaşmıştır.
Buna karşılık, dış ticarete önemli kısıtlamalar getiren gruba dahil on ülkede uygulanan gümrük tarifeleri genellikle %10’a, yani düşük kısıtlama uygulayan ülkelerdekilerden yaklaşık dört misli daha yüksek bir seviyeye varmıştır. Ayrıca, döviz kuruna yapılan devlet müdahaleleri yüzünden bir döviz karaborsası oluşmuş ve İran, Brezilya, Peru, Bengaldeş, Arjantin ve Sierra Leone gibi ülkelerde döviz kuru %50’ye varan oranlarda prim yapmıştır. Sonuçta, aşağı yukarı aynı büyüklükteki ülkelere oranla dış ticaret sektörünün payı da küçülmüştür. Yüksek koruma oranlı bu ülkelerde kişi başına gelir ortalaması, 1980’li yıllarda pek değişmemekle birlikte, bu on ülkenin altısında toplam üretim düşüş göstermiştir. Bunlardan sadece Hindistan ve Pakistan gibi iki ülke, düşük korumalı ülke grubu ortalamasına eşit bir büyüme gerçekleştirebilmiştir. Böylece, sonunda, dış ticaret kısıtlamalarını düşüren ülkeler refah düzeylerini yükseltirken, yüksek oranlı kısıtlama uygulayan ülkeler durgunluğa girmiştir.
Tablo 4: Düşük ve Yüksek Ticarî Sınırlamaları Olan Azgelişmiş Ülkelerde Ekonomik Büyüme
Kaynak: Dünya Bankası, Dünya Tabloları 1991 ve Dünya Ekonomik Raporu 1992 ile Uluslararası Para Fonu, Finans Yıllığı, 1991 ve Uluslararası Malî Analiz, Dünya Para Yıllığı 1989-90’dan derlenmiştir.
İktisatçı olmayan kişiler ithalat kısıtlamalarının istihdam yaratıcı etkilerinden söz eder dururlar. Böyle bir görüşü tahlil ederken akıldan çıkartılmaması gereken bir gerçek vardır. Öncelikli hedef istihdam değil, üretim artışı olmalıdır. Çünkü istihdam, üretimin bir türevidir. Serbest ticaret sisteminde tüketiciler istedikleri malları en düşük fiyattan satın alabilecekleri herhangi bir yerden sağlayabilme özgürlüğüne sahiptirler. Böyle bir sistem, üreticilere de, mallarını en yüksek fiyattan satabilecekleri yerde satabilme özgürlüğü tanır. Sonuç, tüketicilerin belli bir miktar parayla daha fazla mal alabilmeleri, üreticilerin de halkın tercih ettiği mal ve hizmetleri daha fazla üretebilme imkânına kavuşmalarıdır.
Eğer istihdamdan amaç, insanlara bir işi yaptırmaksa, tam istihdama ulaşmak için hiçbir engel yoktur. Ne var ki, üretim boyutundan soyutlanmış bir istihdam politikası izlediğimiz takdirde, kısa bir süre sonra aşırı şekilde yoksullaştığımızı görürüz.
Kuşkusuz, uluslararası ticarî rekabetten ithal kısıtlamaları yoluyla korunan endüstrilerde bir istihdam artışı görülebilir. Ancak, bu koruma ekonomide toplam istihdam artışına yol açmaz. İthalat yapabilmenin gerektirdiği satın alma gücünü, ancak ihracat sağlar. Bir ülke gümrük tarifesi, kota sistemi veya başka bir yolla yabancı malların ithalatını kısıtlarsa, yabancı ülkelerin, kendisinden ithal edeceği malları satın alma gücünü de kısıtlamış olur. Bu durumda, korunmuş yerli endüstride istihdam, ihracat endüstrilerinde azalan üretim ve daralan istihdam pahasına kurtarılmış olur. Aslında, bir endüstrinin korunması demek, firmaların kaynaklarının düşük maliyetle çalıştıkları alanlardan yüksek maliyetle çalışabildikleri alanlara yönelmesini teşvik etmek demektir. Yani, koruma yüzünden kaynaklarımızı nisbî olarak verimli kullandığımız alanlardan verimsiz olarak kullanabileceğimiz alanlara kaydırmış oluruz. Böyle bir politikanın kaynak kullanımında yaratacağı israf ve sonuçta gelir azaltıcı etkisi tartışılmayacak kadar açıktır.
Ticaretin yönünü belirleyen şey malların fiyatları arasındaki nisbî farklıklardır. Ticarette kısıtlamaların kalkması hâlinde, tüketiciler, yerli veya yabancı ayırımı yapmadan ucuz ve kaliteli maları satın alırlar. Aldıkları mal ne kadar ucuzsa, tüketicilerin reel gelirleri, yani satın alma güçleri ve refahları da o kadar artar. Tüketicilerin tercihleri ucuz ve kaliteli mallardan yana olunca, firmalar da düşük maliyetle üretebilecekleri malların üretiminde uzmanlaşırlar. Böylece, toplam üretim ve refah, sonuçta da istihdam düzeyi yükselir.
Ticarî kısıtlamaların iktisadî refahı düşürmesine rağmen neden bazı ülkeler bu kısıtlamalarda hâlâ ısrar eder dururlar? Cevap açıktır. Bunun sebebi, çıkarları bozulan bazı grupların sahip oldukları siyasî güçtür. Ticarî kısıtlamalar üreticilere (ve kaynak sahiplerine) tüketicilerin aleyhine olmak üzere büyük kazançlar sağlar. Genellikle birinci gruptakiler -bazı sanayilerdeki yatırımcılar ve işçiler- iyi örgütlenir ve gözle görülebilir bir ağırlık kazanırlar. Oysa, tüketiciler yeterince örgütlenemedikleri gibi, kazançları da geniş bir kitleye yayılmış durumdadır. Tahmin edileceği gibi, organize çıkar gruplarının, daha fazla oy ve seçim kampanyası fonu (para) sağlayabilecek imkânlara sahip olduklarından, belirgin siyasal ağırlıkları vardır. Bu yüzden siyasetçiler, onların görüşlerine daha çok itibar ederler. Sağlıklı ve büyüyen bir ekonomi yaratmanın gerekleriyle siyasî hâkimiyet stratejisinin gerekleri sık sık çatışır. Serbest ticarete getirilen engeller ikincinin baskın çıkmasının sonucudur.
Dipnotlar:
(5) Randy Simmons ve Urs Kreuter “Herd Mentality: Banning Ivory Sales Is No Way to Save the Elephant”, Policy Review, (Fall 1989), ss. 46-49.
(6) Milton Friedman, “Economic Freedom, Human Freedom, Political Freedom”, 1 Kasım 1991, California Devlet Üniversitesi’ndeki konuşması.
(7) Clair Wilcox, Competition and Monopoly in American Indııstry,(Monogmph, Temporanj National Economic Committe, Investigation of Concentmtion of Economic Poıuer), Washington, DC: United States Goverment Printing Office, 1940.
(8) Adam Smith, An lnquiry into the Nature and Causes of the Wealth of Nations, s. 18.
(9) Henry George, Protection or Free Trade (Korumacılık mı Yoksa Serbest Ticaret mi?), (1886), New York, Robent Schalkenbach Foundation, 1980, s. 47.
* James D. Gwartney & Richard L. Stroup, “İktisadî Gelişmenin Yedi Ana Kaynağı”, Temel Ekonomi içinde, Adres Yayınları, 2008, Çev. Yıldıray Arsan, ss. 45-88.
Kitabın tamamı için Liberte Yayınları