1. GİRİŞ
Yeni Türkiye, Osmanlı İmparatorluğu’nun Kemalist kadrolarca tasfiyesi sonucunda kurulmuştur. Millî mücadelenin M. Kemal önderliğindeki sivil ve asker kadrolarca, Türk ulusunun yurt sathındaki girişim ve katılımına dayanarak başarıyla sonuçlandırılması, beraberinde yeni sosyal ve siyasal sorunlar getirmişti. Bu sorunlar büyük ölçüde, aslında bir “vatan müdafaası” mahiyetinde olan Millî Mücadele’nin bu karakterinden doğuyordu. Çünkü, bu hareket, ona katılanların ve en azından Mustafa Kemal dışındaki önderlerinin gözünde, yurdu düşman istilâsından kurtarma girişiminden başka bir şey değildi. Millî Mücadele’nin Türkiye’nin siyasî rejimini değiştirme amacı yoktu. Sadece halk değil, sivil ve asker bürokratlarla aydın kadroların da çok büyük bir kısmı, giriştikleri mücadelenin sonucunda Saltanat ve Hilâfetin kaderinin de değişebileceğini akla getirmiyordu.
Ne var ki, yeni Türkiye’nin doğmasını sağlayan amaç değişikliğinin işaretleri M. Kemal’in İstiklâl Savaşı boyunca ortaya koyduğu genel tutumda bulunabilir. Millî Mücadelenin önderi, özellikle 1920-22 yılları arasındaki söz ve hareketleriyle, mücadele başarıyla sonuçlanınca siyasî rejim sorunun da gündeme getirileceğini hissettiriyordu. Esasen, onun kafasındaki proje daha kapsamlıydı; yalnızca siyasal meşruluğu veraset temelli olmaktan çıkarıp “ulusal egemenlik”e dayandırmayı arzu ediyor değildi, aynı zamanda kapsamlı bir modernleşme hareketini de başlatmak istiyordu. Bir bakıma, yurdun düşman saldırısından kurtarılması başarısını bir “devrim”le, Fransız tarzı bir devrimle tamamlamak istiyordu. Başka bir ifadeyle, Kemalist Devrim Millî Mücadelenin kaçınılmaz bir sonucu değildi; istenseydi “eski rejim”in restorasyonu yoluna gidilebilirdi. Mamafih böyle yapılmamış olmasının siyasal geleneğimizde bir kopukluk yarattığı da bir gerçektir.
Söz konusu kopukluk ne yazık ki önemli problemler yaratmıştır. Bunların başında, Cumhuriyetin bir “meşruluk krizi”ni göğüslemek zorunda kalmış olması gelmektedir. Bu kriz Kemalist paradoksal bir tutum izlemeye sevkeden belki en temel nedendir. Bu paradoks, “ulusal egemenlik”i siyasî şiar edinen kadroların, s,yasal katılımı reddeden bir siyaset uygulamış olmalarıdır. “Egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur.” deniyordu ama ulusun adına egemenliği, onun “gerçek” çıkarlarını bildiği varsayılan (Cumhuriyet) Halk Fırkası önderleri kullanıyordu. Bu model içinde halkın hemen hemen hiç yeri yoktu; o, olsa olsa siyasal söylemin (discourse) belâgat malzemesiydi. Esasen devrimci bir rejimin aynı zamanda “demokratik” olmasına imkân yoktu(r). Kaldı ki, mesele yöntemin devrimciliğinden ibaret de değildi; devrimin amacı veya özüyle toplumun geleneksel değerleri arasında esaslı bir bağdaşmazlık vardı. Kemalist kadroların ise, amaçladıkları “modern” değerlerin toplum tarafından evrimci bir biçimde benimsenmesini bekleyecek vakitleri yoktu!
Cumhuriyet Türkiyesi ile eski rejim arasındaki kopukluğun biraz daha farklı bir boyutu, yeni baştan bir siyasî gelenek oluşturma sorununda kendini göstermektedir. Geçmişten kalan siyasal (bürokratik değil) mirası tümüyle reddeden Kemalist rejim, bunu yapmakla Meşrutiyet döneminde oluşmaya başlamış olan anayasal rejim ve çoğulculuk deneyimiyle de bağları koparmış oldu. Başka bir deyişle, Kemalist Türkiye Osmanlı’nın anayasal/parlamenter monarşi girişimini yarıda kesmiş, bu kopma ancak 1946’dan sonra –fakat bu sefer cumhuriyetçi bir model içinde- telâfi edilmeye çalışılmıştır. Bu açıdan düşünüldüğünde, Türkiye bir millî mücadele vermek zorunda kalmasaydı, belki bugün demokrasi yolunda daha “ileri” bir noktada olabilirdik.
2. ÖZGÜRLÜKÇÜ-ÇOĞULCU BİR SİSTEME DOĞRU İLK ADIM
Modern Türkiye 1923-1946 yılları arasındaki dönemi otoriter tek parti yönetimi altında geçirdi. Hatta 30’lu yıllarda siyasal rejimi –Recep Peker’in başını çektiği- faşizan bir doğrultuya çevirme girişimi yaşadı, fakat Atatürk’ün bunu engellediği anlaşılıyor. Çoğulculuğu reddeden CHP diktatörlüğü Atatürk’ün ölümünden sonra ve İkinci Dünya Savaşı’nın iç politik durum üzerindeki baskısının da etkisiyle, vatandaşların temel hak ve özgürlüklerini tanımama yönündeki baskıcı uygulamasını daha da katılaştırdı.
Ne var ki, savaş sona ermek üzereyken CHP yönetimi kendini yepyeni bir takım sorunlarla karşı karşıya buldu; bunlar bir bakıma, 1923’ten beri uygulanmakta olan siyasal modelin tıkanma noktasına geldiğini gösteriyordu. Yurttaşların temel hak ve özgürlüklerini tanımayan, onları hukuk güvencesinden uzak bir biçimde adetâ “polis devleti” anlayışıyla yöneten ve üstelik onlara asgarî ölçüde bir refahı da sağlamayan bir rejimin “meşruluk krizi”nin keskinleşmesi mukadderdi. Halkı daha fazla özgürlüksüz bırakmak ve siyasetin dışında tutmak, rejimi işlemez hale sokabilirdi. Başta İ. İnönü olmak üzere, devrin ileri gelenlerinin bunu idrak etmiş oldukları tahmin edilebilir. Üstelik İkinci Dünya Savaşı sonunda faşist totaliteryenizmin yıkılmasıyla birlikte bütün dünyada “demokrasi rüzgarları” esmeye başlamış; hatta savaş sonu konjonktürü içinde Batı dünyasına yanaşmak zorumda kalan Türk politikasına bu yönde dış baskılar gelmeye başlamıştı. Kaldı ki Türkiye’nin 1945’lerdeki iktisadî durumunun parlak olmayışı, yöneticileri –başta ABD olmak üzere- Batılı demokrasilerin “anlayış”ına muhtaç hâle getirmişti. Buna bir de kuzey komşumuz Sovyetler Birliği’nin Boğazların statüsünde söz hakkı ve ülkemizin doğusundan toprak talebinde bulunmasın eklersek, manzara tamamlanmış olur. Böyle bir uluslararası ortam içinde özellikle “hür dünya” ülkelerinden anlayış bekleyen Türkiye’nin önce kendi “evinin içi”ni düzeltmeye başlaması, bu doğrultuda bazı adımlar atması kaçınılmaz hale gelmişti. Türkiye’de demokrasiye geçişi zamanın Cumhurbaşkanı (ve Millî Şef’i) İsmet İnönü’nün “iyi niyet”ine bağlayan görüş bu nedenle yanlıştır; olsa olsa, onun durumu doğru değerlendirip “tarih-dışı” bir konuma düşmekten kaçındığı söylenebilir. Esasen İsmet Paşa’nın ne formasyonu ne de önceki kariyeri onun samimi bir demokrat olmasına elverişliydi. Kemalist modernleşme projesinin nihayetinde demokrasiyi hedeflemiş olduğu tezinin doğruluğu ise çok şüphe götürür.
Türkiye’de çok-partili siyasete geçme kararı işte böyle bir ortamda verildi. Bu yöndeki gelişmenin köşe taşlarını kısaca hatırlamakta yarar var. İlk defa 1945 yılının 19 Mayıs’ında Cumhurbaşkanı İnönü’nün bayram mesajında, sistemin demokratikleştirilmek istendiğine ilişkin dolaylı bir ifade göze çarpmaktadır. Bunu CHP milletvekili Celâl Bayar, Refik Koraltan, Fuat Köprülü ve Adnan Menderes’in 7 Haziran tarihli “Dörtlü Takrir”i izlemiştir. CHP Parti Grubuna verilen bu önergede, ulusal egemenlik ilkesinin tam olarak uygulanması ve parti çalışmalarının demokratik esaslara uydurulması istenmekteydi. Bu girişimi, sonraki aylarda tahmin edilebilir bazı olaylar izliyor; 21 Eylül’de Menderes ve Köprülü CHP’den ihraç ediliyor. Bundan sonra da (28 Eylül) Bayar milletvekilliğinden istifa ediyor. Bundan bir sonraki adım olarak Bayar CHP’den de istifa ediyor (3 Aralık). Bu arada İnönü’nün 1 Kasım’daki Meclis açış nutkunda bir muhalefet partisine olan ihtiyaç vurgulanıyor. Nihayet 1946 başında beklenen tarihî olay gerçekleşerek, Demokrat Parti resmen kuruluyor (7 Ocak). Demokrat Parti’nin demokrasi ve özgürlük mücadelesi ilk önemli sonucunu 10-11 Mayıs 1946’da veriyor: CHP’nin Olağanüstü Kurultayında “Millî Şef” ifadesi kaldırılıyor ve “Değişmez Başkan” yerine Genel Başkanın seçimle gelmesi esası kabul ediliyor. Mücadelenin ikinci önemli sonucu 5 Haziran’da tek dereceli seçim kanunun kabul edilmesidir. Ne var ki 21 Temmuz’da yapılan genel seçimler CHP’nin tek parti döneminin alışkanlıklarını sürdüğünü gösteriyor; baskı altında ve hile karıştırarak yapılan seçimler sonucunda CHP’nin 395 milletvekilliğine karşı DP ancak 66 milletvekili kazanabiliyor. Ertesi yıl –Recep Peker’in 1 Nisan’da İstiklâl Mahkemelerinin henüz kaldırılmamış olduğunu hatırlatan tehdidi bir yana bırakılırsa- demokratik gelişme açısından daha ümit vericidir. Demokrat Parti’nin (7-11 Ocak 1947 tarihinde yapılan) Büyük Kongresinde Hürriyet Misakı karar altına alınıyor. Buna göre, demokratikleşmenin tam ve gerçek anlamda sağlanabilmesi için: a) anti-demokratik kanunların kaldırılması, b) seçimlerin yargı denetimi altında yapılması ve c) cumhurbaşkanlığı ile parti başkanlığının ayrılması gerekmektedir.
Bu karar 7 ay sonra kısmen etkisini göstererek, Cumhurbaşkanı İnönü’nün basına ve radyoya verdiği bir demeçle (12 Temmuz Beyannamesi) partiler arasında tarafsız kalacağı ve DP’nin güvence altında muhalefet yapabileceği sözünü vermesine yol açıyor.Sonraki yılın önemli olayı, CHP yönetiminin liberalleşme jesti yapmasıdır denebilir. Nitekim CHP Meclis Grubunda 10 Şubat’ta ilkokullara din dersi konması ve İlahiyat Fakültesi açılması kararı veriliyor. Bu arada Demokrat Parti’nin seçim kanunu ile ilgili ısrarlı çabaları devam ediyor (örneğin, 25 Haziran’da İkinci Büyük Kongre’de karar altına alınan Milli Teminat And’ı) ve bu konuda yeni bir mesafe daha alınıyor: 16 Şubat 1950’de tek dereceli, genel, eşit ve gizli oy, açık tasnif ve adlî teminat esasları getiren Seçim Kanunu kabul ediliyor.
Bütün bu gelişmelerin sonucu olarak 14 Mayıs 1950’de yapılan genel seçimleri Demokrat Parti 408 milletvekilliği (CHP 69 milletvekilliği) elde ederek kazanıyor. 22 Mayıs’ta Cumhurbaşkanı seçilen Celâl Bayar’dan hükümeti kurma görevini alan Adnan Menderes aynı gün kabinesini ilân ediyor. Böylece modern Türkiye’nin siyasî tarihinde yeni bir dönem başlamış ve demokrasi bir bakıma doğmuş oluyor. Cumhuriyet Türkiyesi böylece ilk demokratik, barışçı iktidar değişikliğini kuruluşundan ancak 27 yıl sonra gerçekleştirmiş olmaktadır.
3. 14 MAYIS 1950’NİN ANLAMI
14 Mayıs 1950’de cumhuriyet tarihinde ilk defa yapılan serbest-demokratik bir seçimle Demokrat Parti’nin iktidara gelmesi olayının anlamı üstünde yeterince durulduğu söylenemez. Halbuki, Türk demokrasi tarihi bakımından bir dönüm noktası olan bu olay yalnızca bir tür “kansız devrim” değil aynı zamanda Türkiye’deki resmî-şekli Cumhuriyetin gerçek bir “cumhuriyet”e dönüşmesinin de başlangıcıdır. Gerçek bir cumhuriyet “vatandaş” kavramına dayanır, ama bu vatandaşlık hukukîliği aşan bir içerik ve anlam taşır. Bir cumhuriyette vatandaş o cumhuriyetin kurucu unsuru olan özerk ve özgür bir kişidir; cumhuriyet bu anlamda vatandaşların bir arada yaşamak istek ve iradesinin sonucudur. Bundan dolayı, cumhuriyetin vatandaşı bu ortak yaşama düzeninin temel değer ve standartlarının oluşturulması sürecine devamlı “müdahil” olmalıdır. Vatandaş, cumhuriyetin kaderine etkili olduğunu hissedebilmeli ve rızasını sürekli olarak yenileyebilmelidir. Demokratik bir cumhuriyette bu, büyük ölçüde siyasal partiler aracılığıyla sağlanır. Bundan dolayı, gerçek bir cumhuriyet hem toplumsal-kültürel hem de siyasal anlamda çoğulculuğu gerektirir. Türkiye’de bu oluşum ilk gerçek semeresini 14 Mayıs 1950’de vermiştir. Cumhuriyet Türkiye’sinde vatandaşın politikaya –yani kendi kaderine- ağırlığını koyması ilk defa bu tarihte gerçekleşmiş, tek parti yönetimi döneminde sadece adından söz edilen “ulusal egemenlik” de böylece gerçek anlamını bulmuştur.
Demokrat Parti ile başlayan süreci, bürokrasiden demokrasiye, başka bir deyişle “memurların iktidarı”ndan “halkın iktidarı”na geçiş olarak da tanımlayabiliriz. 14 Mayıs bürokratik diktatörlüğün sonu olmuş, ama ne yazık ki Türkiye’de halâ bürokratik tutuculuğun etkisi tam olarak kırılamamıştır. Bürokratik iktidarın “transandantal” (=müteal, aşkın) devletinin yerini “enstrümental”(=araçsal) devlet almaya başlamış, böylece “kutsal” (kendi kendinin amacı olan) devlet kavramı etrafında örülmüş bulunan bürokratik ideoloji zayıflamaya başlamıştır. Bu ise devlet-ağırlıklı bir yönetim modelinden toplum-ağırlıklı bir siyasete geçiş demektir. Başka bir ifadeyle, demokrat partiyle birlikte toplum ağırlıklı “siyasal sistem” soyut “devlet” aleyhine genişlemeye başlamış ve böylece “vesayetçi demokrasi” anlayışı temelsiz hale gelmiştir.
Türk demokrasisinin doğum tarihi olan 14 Mayıs 1950’den itibaren siyasetin sosyolojik tabanı değişmeye başlarken, değişimin bazı kültürel uzantıları da ortaya çıkmıştır. Böylece, ta Osmanlı döneminden beri bir “seçkin “ kültürü olarak halka yabancılaşmış olan “merkez”in değerler kadrosu ile “çevre”nin kültürü birbirine yakınlaşmaya başlamıştır. Bu yakınlaşmanın Türk siyasal kültürünün iki yönlü olarak demokratikleşmesine katkıda bulunduğu söylenebilir. İlk olarak, siyasal kadroların geleneksel seçkinci kültürü halkın değerlerinden etkilenmeye başlamak suretiyle bir bakıma halkla bütünleşmenin yolu açılmış, bu ise siyasal kültürümüzdeki “devlet merkez”liğin yerini sivil toplum-merkezliğe bırakması eğilimini ortaya çıkarmıştır. İkinci yön, halk arasında vatandaşlık ve demokrasi bilincinin gelişmesinde kendini göstermektedir. Siyasete katılmanın kendisi açısından oldukça “fonksiyonel” olduğunu ve bu katılmada kendi değer ve beklentilerinin, kendi “dili”nin etkili olduğunu gören halk sisteme “yabancılaşma”dan kurtulmaya başlamıştır. Bu suretle oluşan yakınlaşma duygusu ve siyasal sistemi benimseme tutumu halkın geleneksel baskıcı ve paternalistik devlet kavrayışını terk etme eğiliminin de başlangıcı olmuştur. Bu değişimin özünde saklı temel anlamı popüler kültürün demokratikleşmesi olarak adlandırabiliriz.
Bütün bunlardan başka Türkiye, Demokrat Parti’nin iktidar yıllarında iktisadî ve toplumsal yapısında bazı önemli değişimleri de yaşamaya başlamıştır. Bu dönemdeki piyasa ekonomisi ve iktisadî kalkınma atılımının sonucunda Türkiye’nin sosyolojik yapısı değişerek, demokratik bir siyasete daha elverişli bir zemin oluşmaya başlamıştır. Söz konusu değişim kendisini özellikle iktisadî farklılaşmanın artması ve sivil toplumun gelişmesi biçiminde göstermiştir. Şüphesiz iktisadî farklılaşmanın ortaya çıkardığı başka bazı sonuçlar olmakla beraber, iktisadî kalkınmanın devletten özerk bazı toplumsal grupların doğmasına ve toplumsal çeşitliliğin (çoğulculuğun) artmasına da yol açtığı görmezlikten gelinemez. İktisadî bakımdan kendine-yeter ve devlet karşısında bağımsız davranabilen topluluk veya tabakalar devletin –hem efsane olarak, hem de gerçek olarak- zayıflamasına yardımcı olmuştur. Demokrasinin yerleşebilmesi ise büyük ölçüde, varlığını devlete borçlu olmayan grupların yaygınlaşmasına ve bu şekilde gelişen sivil toplumun gönüllü faaliyetlerinin artmasına bağlıdır.
4. GERİ ADIM: 27 MAYIS 1960
Demokrat Parti, serbest seçimle iktidara gelmesinden 10 yıl sonra ne yazık ki “kuvvet” yoluyla iktidardan uzaklaştırıldı; bununla da yetinilmedi, Cumhuriyet öncesi siyaset geleneğimizden kalma “siyaseten katl” müessesesi başka bir biçimde canlandırılarak DP hükümetlerinin önde gelen bazı liderleri katledildi. Bu öldürme olayının geniş halk kesimlerinde yarattığı kırgınlık, gerginlik, hatta düşmanlıklar, bunlar siyasal sisteme ilişkin olarak yarattığı problemler bir yana bırakılsa bir yana bırakılsa bile; 27 Mayıs hareketinin Türk siyasetinin daha sonraki işleyişini olumsuz yönde etkilediği kesindir. Yeni anayasanın yapılmasında Demokrat Parti’nin temsil ettiği toplumsal-siyasal kesimlere söz hakkı verilmemiş olması ise bu problemleri bir kat daha arttırmıştır.
Birçokları Demokrat Parti’nin zorla iktidardan uzaklaştırılmasını haklı göstermek için çeşitli “gerekçeler” ileri sürmüş, genel olarak aydınlar ve özel olarak üniversite çevreleri bu darbeyi meşrulaştırmak için adeta birbirleriyle yarışmışlardır. Nitekim darbenin hemen ertesi günü Sıddık Sami Onar başkanlığındaki “CHP hukuk uleması” Millî Birlik Komitesi’ne darbeyi meşrulaştırmaya dönük bir “fetva” arz etmiştir. Sıddık Sami Onar daha sonra (30 Mayıs 1960) yaptığı bir basın toplantısında bu “ilmî” desteği yeniden teyit etme coşkusunu göstererek, Silahlı Kuvvetler cuntasının yönetime el koymasının askerî bir darbe değil “meşru” bir iktidarın kurulması girişimi olduğunu belirtmiştir. İlginç olan nokta, tek-parti döneminde baskıcı ve otoriter siyaset karşısında sessiz kalanların, demokratik yolla iktidara gelmiş olan Demokratik Parti’ye karşı keskin bir tahammülsüzlük göstermiş olmalarıdır.
İleri sürülen “gerekçeler”in özünde yatan fikir, Demokrat Parti’nin otoriterizme saparak meşruluğunu yitirdiği idi. Hatta bazıları, liberal siyaset teorisindeki vatandaşların “direnme hakkı”nı, sivil toplumdan “devlet”e yönelik olarak düşünmek gerekir. Belki şunu diyebilirlerdi: Hükümete karşı silahlı kuvvetlerden gelen bir darbe söz konusu olduğuna göre, aslında mesele siyasal seçkinlerin devlet içindeki bir mücadelesidir. Kaldı ki, olaya böyle bakmak da temelden yanlıştır. Çünkü 27 Mayıs, devlet ve sivil toplum ilişkisinin değiştirilmesine, sivil toplum ilişkisinin değiştirilmesine, sivil toplumun temsil imkânı bulduğu “siyasal sistem”in bürokratik devleti sınırlamaya yönelmesine karşı bir tepkidir. Bu hareket, devletçi sivil-asker seçkinlerin iktidarı halktan geri almak için giriştikleri bir tür “siyasî irtica” girişimidir. Büyük sapmalara ve acılara yol açmakla beraber, şükür ki bu girişimin başarısı kalıcı olmamış; 1965’ten sonra sivil toplumun siyasetteki etkisi yeniden kurumsallaşmaya başlamıştır.
Şerif Mardin’in işaret ettiği gibi, 27 Mayıs darbesi, 1950’den sonra siyasete hâkim olan ve tek parti döneminden kalma bürokratik iktidar yapısının değişmesini isteyen merkez dışı (sivil) unsurlara karşı, bu yapının değişmezliği, (dolayısıyla kendi çıkarlarını) güvence altına almak isteyen merkezin (bürokratik devletin) bir hareketi olarak görülebilir. Kısaca 27 Mayıs 14 Mayıs’ın rövanşıdır, ama bu adil bir rövanş değildir. Çünkü 14 Mayıs “rıza”ya dayanırken 27 Mayıs “kuvvet”e dayanıyordu. Demokratik süreci kuvvete başvurarak kesintiye uğratanların Atatürkçülüğü koruma iddiası ise bir aldatmacadır.
Askerî bir cuntanın iktidara el koymasının ne anlama geldiğine ilişkin bu tespitler, Demokrat Parti yönetiminin tam anlamıyla özgürlükçü- demokratik bir nitelik gösterdiği anlamına gelmez. Demokrat Parti’ye yöneltilen eleştirilerin haklı olduğu bir yön vardır. Gerçekten de bu parti başlangıçtaki liberal tutumunu zamanla terk ederek daha sıkı ve daha az hoşgörülü bir yöne doğru kaymıştır. Bazı siyasal ve yasal girişimlerin (Seçim Kanunu’ndaki bazı değişiklikler, CHP’ye karşı başlatılan yasal girişimler, yargı denetimini kısıtlama teşebbüsleri gibi) Demokrat Parti’nin 14 Mayısla başlayan yeni dönemin ruhundan gitgide uzaklaştığının işaretleri olduğu doğrudur. Bu değişikliklerin siyasal kültürle, siyasetin sosyolojik tabanıyla, iktisadî problemlerle, genel olarak toplumsal yapıyla ve nihayet parti politikalarının özelliğiyle ilgili nedenleri vardır.
Bu nedenlerin başında, demokrasinin kavranışıyla ilgili yanılgı gelmektedir. Bu yanlış anlayışa göre, demokrasi çoğunluğun istediği şeydir; çünkü “millî irade”yi çoğunluk temsil etmektedir. “Çoğunlukçu demokrasi” olarak adlandırılan bu yaklaşım, çoğunluk ilkesinin iktidara gelmenin bir yöntemi olmaktan ileri giden bir anlam vermekte, onu demokrasinin içeriğini belirleyen bir temel olarak görmektedir. Bu ise çoğunluğu temsil eden siyasal partinin “millî irade”nin temsilinde bir tekel iddiasında bulunmasına yol açmakta, böylece muhalefetin hoşgörülmediği monist bir siyaset meşrulaştırılmaktadır. Bu anlayışın Demokratik Parti iktidarı döneminde bir hayli etkili olduğu gerçektir; bu partinin muhalefete karşı izlediği politikanın yeterince hoşgörülü olmamasının temel nedeni bu olsa gerektir. Bununla birlikte, DP’nin muhalefete karşı gitgide daha anlayışsız hâle gelmesinde, özellikle CHP’nin sert ve hırçın (olduğu gözlemcilerce belirtilen) muhalefet tarzının da etkili olduğu açıktır. Zamanın Başbakanı Menderes’in de yönelmeye başladıkları baskı tedbirlerini muhalefetin sertliğine bağlamış olduğunu hatırlamalıyız. Söz konusu katı muhalefette aydınlar da –büyük bir çoğunluk itibariyle- CHP ile ittifak içinde idiler ve bu ittifak Ankara ve İstanbul’da bir kısım üniversite gençliğini DP iktidarına karşı seferber etmekte sakınca görmemiştir.
Başka bir etken de Demokrat Parti’nin liderlik kadrosunun hemen hemen tamamının tek-parti döneminin siyasî ortamı içinde yetişmiş ve ilk siyasî tecrübesini esas itibariyle otoriter CHP içinde edinmiş olmasıdır. Başka bir ifadeyle, Demokrat Parti’nin siyasal seçkinleri ile Cumhuriyet Halk Parti’sinin seçkinleri arasında, siyasî formasyonları ve dünya görüşleri açısından önemli farklar yoktu. Belki bu nedenlerden dolayı, DP’nin merkezî önderlik kadrosuna karşı yerel örgütler düzeyinde sürekli olarak bir parti-içi muhalefet var olmuştur. Bu muhalefeti, genel olarak siyasal sistem düzeyinde işleyen “merkez-çevre” çatışmasının bu parti içine yansıması olarak da görebiliriz.
Demokrat Parti’nin performansı zamanla zayıflamaya başlamış ve 1957’den sonra iktisadî bir bunalımın eşiğine gelinmişti. Bu durum partinin genel olarak imajını zedelemesine yol açmış ve bunun yarattığı tedirginlik partinin ulusal politikasını olumsuz olarak etkilemiştir. İktisat politikası bakımından ortaya çıkan bu zaafın başka bir etkisi de partinin halk desteğini sağlamada “kayırma” ve “avantaj sağlama” araçlarını eskisi gibi kullanamaz hale gelmesi biçiminde gerçekleşmiştir. Sunar’ın işaret ettiği gibi, iktisadî durumun bozulmaya başlaması, bu tür bir kayırmacılığın önemli bir unsurunu teşkil ettiği “populist” politikanın tıkanmasına yol açmıştır. Demokrat Parti’nin bu noktada yaşadığı sıkıntının onun genel politikasını olumsuz olarak etkilediği anlaşılıyor.
Son bir nokta olarak da “objektif” bir olguyu işaret etmek gerekiyor. Demokrat Parti’nin izlediği iktisadî politika her ne kadar “sivil toplum”un oluşmasına katkıda bulunmuşsa da, bütün toplumsal-siyasal sistemin “devlet”e bağımlılığı büyük ölçüde devam etmiş, özerk yapı ve kurumlar yeterince oluşturulmamıştır. Toplumda hâlâ güçlü bir plüralizm yoktur. Bundan dolayı, devleti dengeleyecek, onun topluma egemen olması çabasını zayıflatacak bir toplumsal bünyeden söz etmeye imkân yoktur. Bu durum, “devlet” içindeki çatışmanın topluma yayılmasına neden olmuş, devletteki gerginlik topluma yansımıştır. Halbuki demokrasinin kurumlaşması, büyük ölçüde, devlet faaliyetinin seyrinden köklü biçimde etkilenmeyen bir sivil toplumun varlığına bağlıdır.
5. SONUÇ
Türkiye’nin 14 Mayıs 1950 tarihinde yaşadığı barışçı-demokratik iktidar değişikliği, halkın iradesini ilk defa siyaset düzeyine intikal ettirmesi bakımından tarihî bir olaydır. Bundan dolayı 14 Mayıs’ı Türk Demokrasisi’nin “milâdı” olarak yorumlamak yanlış olmaz. Türkiye’de demokrasinin doğum tarihinden bu yana zaman zaman gel-gitler, tereddütler, siyasî “irtica” girişimleri olmuş olmakla beraber; 1950 öncesine dönüş yolunun kesin olarak kapanmış olması, demokratik süreci zaman zaman kesintiye uğratan asker kadroların bile militarist yönetimlerini kalıcı bir model olarak topluma dayatamamaları –hatta kendilerini apolojetik tutum takınmaya mecbur hissetmeleri- gösteriyor ki, ayrık demokrasiden geriye dönülemez. Demokraside karar kılmış olmak ise dayanaksız bir ilkeye “romantik” bir bağlılıkla değil, somut sonuçlarıyla da temellendirilebilecek bir başarıdır. Ancak demokrasi sayesindedir ki; Türk insanı “vatandaş” konumuna yükselebilmiş, temel hak ve özgürlüklerine kavuşabilmiş, yönetimi kendi iradesi doğrultusunda yönlendirilebilir hale gelmiştir. Türkiye iktisadî, sosyal ve kültürel kalkınmasını da büyük ölçüde demokratik dönemde gerçekleştirmiştir. Türk vatandaşı, hayat standartlarının yükselmeye başladığını ancak bu dönemde hissetmiş; yoksulluğun bir “kader” olmadığını, kendi iradesiyle bunu değiştirebileceğini görmüştür.
Konuya bu perspektiften bakıldığında, 27 Mayıs 1960 darbesinin değersizliğini görmek kolaylaşıyor. Çünkü bu hareket, demokrasi doğrultusundaki gidişi durdurmaya yönelmişti; iktidarın sivil-asker bürokratlardan halka geçmesinden rahatsızlık duyanların eseriydi. 27 Mayıs darbesi demokrasi tecrübemizin gelenekleşmesini engellemeyi, bir geleneğin kurulmadan yıkılmasını hedef almakla kalmamış, aynı zamanda kötü bir “geleneğin”de başlatıcısı olmuştur. Denebilir ki, 27 Mayıs kötü örneği olmasaydı, ne 1971 müdahalesi ne de 1980 askerî darbesi olurdu.
(1992)
KAYNAKLAR:
Ahmad, Feroz, “Türkiye’nin Cumhuriyet Dönemi Siyasal Gelişmeleri”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi (İstanbul: İletişim Yay., 1986), c. 7, s. 1991-1998.
Ahmad, Feroz- Ahmad, B. Turgay, Türkiye’de Çok Partili Politikanın Açıklamalı Kronolojisi: 1945-1941 (İstanbul: Bilgi Yay., 1976).
Burçak, Rıfkı Salim, Türkiye’de Demokrasiye Geçiş: 1945-1950, (Ankara; 1970).
Erdoğan, Mustafa, “1980’lerde Türk Siyasetinin Transformasyon’u”, Türkiye Günlüğü, n. 9 (Aralık 1989), s. 31-34.
Erdoğan, Mustafa, “Türkiye’de bürokratik Yönetim Geleneği ve Demokrasi”, Yeni Forum, n. 271 (Aralık 1991), s. 37-40.
Heper, Metin, Bürokratik Yönetim Geleneği ve Demokrasi, (Ankara, 1974).
Heper, Metin, Türk Kamu Bürokrasisinde Gelenekçilik ve Modernleşme (İstanbul, 1977).
Karpat, Kemal, Türk Demokrasi Tarihi (İstanbul, 1967).
Köker, Levent, Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi (İstanbul: İletişim Yay., 1991).
Parla, Taha, Türkiye’de Anayasalar (İstanbul: İletişim Yay., 1991).
Sunar, İlkay, “Demokrat Parti ve Popülizm”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, c. 8. (İstanbul: İletişim Yay., 1986), s. 2076-2086.