Türkiye’de millî mücadelenin başarıyla sonuçlanmasını izleyen birkaç yıl devlet yapısının cumhuriyetçi, lâik ve modern esaslara göre yeniden kurulması çabalarıyla geçti. Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasî ve bürokratik mirası üzerine, ondan oldukça farklı ilkeler doğrultusunda yeni bir yapılaşmanın gerçekleştirilmesi zor bir işti. Bir yandan, Osmanlı mirasın tümüyle reddedilmesine imkân yoktu; yeni devletin ülkesi de halkı da esas itibariyle aynıydı. Değişen sadece boyutların küçülmüş olması idi. Ayrıca, kurulmaya çalışılan Cumhuriyet’in dayandırılmaya çalışıldığı değerler önemli ölçüde farklı olmakla beraber, bu yeni rejim, dışardan bakıldığında yeni bir devlet olarak görülmek yerine, Osmanlı Türkiye’sinin başka bir biçim altında devamı olarak görülüyordu. Başka bir ifadeyle, rejim değişmiş olsa da, yabancıların gözünde Türkiye devleti devam ediyordu.
Öte yandan yeni Türkiye, büyük ölçüde Osmanlı’dan tevarüs ettiği maddî ve beşerî mirası aynı zamanda modernleştirmek de istiyordu. Geleneksel değerlere göre yaşamaya alışmış bir toplumun lâik (dünyevi) ve rasyonel ilkelere uygun olarak dönüştürülmesi “gerekli”ydi ve bunun birtakım toplumsal problemler yaratacağı şüphesizdi. Siyasal meşruluğun dinî ve monarşik temeli terk edilerek, onun yerine dünyevi bir esas olan ulusal egemenlik ikame edilmek isteniyordu. Bu değişikliğin ise kolayca gerçekleşmesine imkân yoktu; dolayısıyla bu zorluğun yarattığı bazı huzursuzluklarla karşılaşması da mukadderdi.
Bundan başka, Cumhuriyet Türkiye’sinin bürokratik yapılaşması da önemli ölçüde Osmanlı mirasına dayanıyordu. Gerçi, bu bürokratik gelenekte Weber’ci anlamda modernleşme daha Cumhuriyete tekaddüm eden yıllarda büyük bir mesafe kaydetmişti. Ne var ki, bu gelenek aynı zamanda, demokratik olmayan daha büyük bir geleneğin de parçası durumunda olduğu için, yeni Cumhuriyet’in gerçek anlamda bir demokrasiye dönüşmesi isteniyor idiyse, karşı karşıya bulunulan zorluklara yeni bir tanesini daha ekleyecek demekti. Nitekim Osmanlı-Türk bürokratik geleneğinin bu olumsuz yanı Cumhuriyet tarihi boyunca sürekli olarak kendini hissettirmiştir. (Erdoğan, 1991).
1. SERBEST CUMHURİYET FIRKASI DENEYİMİ
Cumhuriyet Türkiye’sinin kurucusu Kemal Atatürk kendi modernleşmeci toplumsal-siyasal projesini 1922 yılından itibaren gerçekleştirmeye başlayınca, bazı eski silah arkadaşlarıyla yolu ayrılmaya başlamıştı. İlk sıkıntılar daha Lozan barış görüşmeleri sırasında Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde beliren direnişle ortaya çıktı. Bu nedenle daha “uyumlu” bir Meclis kompozisyonu sağlanması amacıyla M. Kemal ‘in düşüncesi doğrultusunda TBMM 1 Nisan 1923’te kendini feshetti. Yeni Meclis’te Mustafa Kemal’in taraftarları çoğunluktaydı. Böyle bir meclis manzarası hem Lozan Antlaşması’nın onaylanmasını (23 Ağustos 1923) hem Cumhuriyetin ilanını (29 Ekim 1923), hem de Hilâfetin kaldırılmasını (3 Mart 1924) mümkün kıldı. Aynı gün Şer’iye ve Efkaf Vekâleti’nin kaldırılması ve Tevhid’i Tedrisat Kanunu’nun kabul edilmesiyle birlikte bu reformist yöneliş muhafazakâr çevrelerde tepki uyandırdı ve böyle bir ortamda Kazım Karabekir, Ali Fuat (Cebesoy) ve Refet Paşalarla, Rauf (Orbay) Bey ve Adnan (Adıvar) Bey Halk Partisinden ayrılarak 17 Kasım !924’te Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı kurdular. Bu hareket, yönetici seçkinler arasındaki ilk ciddî çatlak idi. Liberal-demokrat bir programa sahip olan Parti kendini Kemalist kadronun “otoriter” yönelişine karşı çıkan bir oluşum olarak takdim ediyordu. Fakat bu parti uzun ömürlü olmadı; 1 Şubat 1925’te patlak veren Şeyh Sait isyanı ile bağlantısı olduğu iddia edilerek 5 Haziran’da kapatıldı. Kâzım Karabekir Paşa dahil İstiklâl Mahkemesi’nde yargılanan parti önderleri beraat ettiler. Fakat bu arada (4 Mart 1925’te) çıkarılmış olan Takrir-i Sükûn Kanunu’nun da yardımıyla yönetim daha katı ve müsamahasız bir nitelik kazandı; Kemalist kadro artık tümüyle rakipsiz kalmıştı.
Yeni şartlar devrimci yönetimin lâikleşme ve modernleşme doğrultusundaki reformlarını rahat bir ortamda gerçekleştirmesine imkân verdi ve altı-yedi yıllık bir dönem içinde devrimci proje aşağı-yukarı tamamlanmış gibiydi. Fakat bu arada toplumsal huzursuzluk ve muhalefet yaygınlaşmaya başlamıştı; bunun bir sebebi Kemalist reformlar ise, bir başka sebebi de iktisadî durgunluğun yarattığı hoşnutsuzluk idi. İşte bu şartlar altında Mustafa Kemal eski arkadaşı ve başbakanı Fethi (Okyar) Beye bir muhalefet partisini kurmasını önerdi. Fethi Bey 12 Ağustos 1930’da Serbest Cumhuriyet Fırkası adlı partisini M. Kemal’in manevi himayesi ve kefaleti altında kurdu. Ne var ki, bu partinin ömrü bir öncekinden de kısa oldu. Serbest Cumhuriyet Fırkası kurulduğu andan itibaren halk tarafından gerçek bir muhalefet partisi gibi algılanmaya başladı; büyük ilgi ve destek gördü. Tahmin edilebileceği gibi, partiye yönelen halk desteği kültürel ve ideolojik açıdan homojen değildi ve geniş muhafazakâr halk kitleleri de partiye akın edenler ararsındaydı. Ayrıca, Halk Partisi çevreleri Fethi Beyi Mustafa Kemal’e karşıymış gibi göstermeye çalıştılar ve Mustafa Kemal’le karşı karşıya gelmek zorunda bırakılan Fethi Bey oldukça buruk ve muhtemelen M. Kemal’e kırgın bir şekilde partisini kapatmak zorunda kaldı (17 Kasım 1930).
Bu kısa dönemi bir çok-partili hayat denemesi saymak veya demokrasi yolunda atılmış bir adım olarak kabul etmek gerekip-gerekmediği konusunda fikir birliği yoktur. Öteden beri, M. Kemal’in Fethi Beyi bir parti kurmaya ikna etmesi, onun gerçekten de çoğulcu bir siyasal hayata geçirilmesini istediği biçiminde yorumlanmıştır. Ne var ki, konu hakkında yapılan yeni bir inceleme (Özipek, 1991; aynı yönde Tunçay 1981: 245-273) bu girişimin aslında, çeşitli nedenlerle Kemalist yönetime karşı ortaya çıkan toplumsal muhalefetin yaygınlığını ve gücünü ölçmek amacı güttüğünü ve Fethi Bey’in iyi niyeti sonucu olarak bunu samimi bir çok-partili hayat denemesi olarak algıladığını oldukça ikna edici bir biçimde göstermektedir. Bu yorum tümüyle gerçeği yansıtmasa bile; Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kurdurulmasında, Cumhuriyet rejiminin hem reformist yanının hem de iktisadî politikasının yaratmış olduğu toplumsal hoşnutsuzluk ve muhalefete bir tür boşalma ve rahatlama sağlama amacının etkili bulunduğuna kesin gözüyle bakılabilir. Kaldı ki, Serbest Fırka’nın ardından diğer muhalefet partilerinin de kapatılmış olması, çoğulcu demokrasiye geçilmesinin gerçekte istenmiş olmadığını göstermektedir. (Karaosmanoğlu aksi görüştedir, 1992: 30, 35). Nitekim, Serbest Fırka’nın kapatılmasını haklı göstermeye çalışan bazı Kemalist yazarlar, bu parti ile Menemen Olayı arasında bir bağ kurmakta ve partinin bu yüzden kapatıldığını ima etmektedirler. Halbuki, Menemen Olayı Serbest Cumhuriyet Fırkasının kapatılmasından altı hafta sonra meydana gelmiştir. Bu durum, Kemalist yazarların da, söz konusu partinin kapatılması için meşru bir nedenin bulunmadığını zımnen kabul ettikleri şeklinde yorumlanabilir.
2. SAVAŞ SONRASINDA TÜRKİYE
Atatürk’ün ölümünden sonra Millî Şef İnönü döneminde rejim daha da katılaştı. Atatürk döneminde gözden düşen Millî Mücadele’nin önde gelen liderlerinden bazıları iade-i itibar etmeye başladı. Bu arada Halk Partisi’nde otoriter eğilimli, devrimlerin zora dayanarak yerleştirilmesi gerektiğini savunan Recep Peker’in döneminin siyasî hayatındaki etkinliği de artmaya baladı. Esasen, Peker’in zor kullanmayı ön plana çıkaran devrimci siyaset anlayışı daha 1931 yılından itibaren Halk Partisi’nde egemen olmaya başlamıştı; Partiyi devlet ve milletle özdeşleştiren otoriter yöneliş Türk siyasetine egemen duruma gelmişti. Bu eğilim Atatürk’ün ölümüyle daha da belirginleşti (Karpat 1967: 67-69).
İkinci Dünya Savaşı yılları yönetimi daha da sertleştirdi. Savaş şartları bir yandan özgürlüklerin daha da kısıtlanması sonucunu doğurmuş (örneğin İstanbul’da sıkıyönetim savaş bittikten çok sonra -1947 yılında- kaldırılmıştır), öte yandan iktisadî bunalım halkı hayatından bezdirmişti. Mal kıtlığı, fiyat artışları, yeni vergiler yanında, bir tür vurguncu taifesi olan yeni savaş zenginleri türemişti. Bir yazarın deyimiyle, İkinci Dünya Savaşı süresince, “bir yandan enflasyonist bir politika izlenirken öte yandan da bu politikanın doğal sonuçları olan fiyat artışları baskı ve zabıta yöntemleri ile önlenmek istenmiştir.” (Timur 1991: 18-19). 1940 yılında çıkarılan ve bir kısım halka çalışma yükümlülüğü getiren Millî Korunma Kanunu köylüler arasında büyük bir hoşnutsuzluk yarattı. Bu durum halkta Cumhuriyet Halk Partisine karşı büyük bir memnuniyetsizliğin doğmasına yol açtı; halk bu partiyi baskı politikasıyla, yokluk ve kıtlıkla özdeşleştirmeye başlamıştı.
Diğer taraftan savaş sonrası dünyanın görünümünde çok büyük değişiklikler göze çarpıyordu. Almanya ve İtalya’da faşist yönetimler yıkılmıştı; demokrasi ve uluslararası barışın çekiciliği yaygınlaşıyordu. Türkiye, savaş sırasında izlediği “oportunist” sayılabilecek tarafsızlık politikasının yarattığı gediği kapatmak için oldukça geç bir kararla, mihver devletleriyle ilişkilerini 1944 yılında keserek savaşın sonucu belli olduktan sonra –bir bakıma “durumu kurtarmak” için- 2 Şubat 1945’te Almanya’ya karşı savaş ilân etti ve hemen ertesi gün Birleşmiş Milletler Beyannamesini imzaladı. Bu durum Türkiye’yi Batı dünyasına yaklaştıran önemli bir adım oldu. Ama bu adım, aynı zamanda yaklaşık yirmi beş yıldır devam eden otoriter tek-parti yönetimini ciddî olarak gözden geçirmek ihtiyacını da ortaya çıkardı. Bu gelişmelere paralel olarak, Türkiye Batı dünyasının yeni önderi rolünü kesinleştirmek üzere olan Amerika Birleşik Devletlerine daha fazla önem vermek durumuyla karşı karşıya bulunuyordu.Bu yeni “süper güç”le ilişkileri geliştirmek sadece Türkiye’nin Batı dünyası nezdindeki itibarını artırmak için değil, fakat aynı zamanda ekonomisini düzlüğe çıkarabilmek için de gerekli görülüyordu. Başkan Roosvelt’in ölümü üzerine, yerine geçen H. Truman güney-doğu Avrupa’nın savaş sonrası durumuyla yakından ilgilenmek gerektiği görüşündeydi ve nitekim Truman Doktrini çerçevesinde Yunanistan ve Türkiye’nin desteklenmesi iki yıl sonra gündeme gelecekti.
Bütün bunlara ilâveten, Sovyetler Birliği’nin savaşın bitiminden çok kısa bir süre sonra, Türkiye’den resmen toprak talebinde bulunması ve Boğazların statüsünde söz hakkı istemesi, Türkiye’nin Batı dünyasıyla –özel olarak Amerika Birleşik Devletleriyle- temalarını sıklaştırmasını ve zamanla Kuzey Atlantik Anlaşması Örgütü’ne girmesini zorunlu kılıyordu. Gerçekten de, Sovyetler Birliği 7 Kasım 1945’te süresi bitecek olan Türk-Sovyet Dostluk ve Saldırmazlık Anlaşmasını, savaş sonrası ortaya çıkan köklü değişiklikler yüzünden feshedeceğini bir notayla Türkiye’ye bildirmiş; Türkiye’nin anlaşmayı yenilemek istemesi üzerine de, bunun Türk-Sovyet sınırında bazı değişiklikler yapılmasına ne Montreux Sözleşmesi’nin Boğazların ortaklaşa savunulmasına imkân verecek tarzda gözden geçirilmesi şartına bağlı olduğunu belirtmiştir. Bu taleplerin Türkiye tarafından reddedilmesi Sovyetler Birliği’ni kararından vazgeçirmeye yetmemiş ve 24 Eylül 1946 tarihinde ikinci bir nota vererek isteklerini tekrarlamış, fakat Türkiye bu notayı da 18 Ekim günü reddetmiştir (Timur 1991: 42-47).
Türk yönetiminin yeni uluslar arası platformlarda Türkiye’yi karşı karşıya getirdiği tercihin neredeyse kaçınılmaz olduğunu kavradığı anlaşılıyor. Nitekim bu sıralar uluslararası platformlarda Türkiye’yi temsilen yapılan bazı konuşmalarda ve verilen demeçlerde Türkiye’nin demokrasi yoluna girmek niyetinde olduğu belirtilirken, içte de Cumhurbaşkanı İnönü 1945 yılında 19 Mayıs Bayramı münasebetiyle yayınladığı mesajda Türkiye siyasî hayatında demokrasiye gitgide daha fazla yer verileceği müjdeliyordu.
3. DEMOKRAT PARTİ’NİN KURULMASINA DOĞRU
Cumhuriyet Halk Partisi yönetiminin dünyanın yeni şartlarına uyum sağlamak niyetinde olduğunu belli eden bir tutum almaya başlaması, içte de bir yumuşama ortamının doğuş şartlarını hazırladı. Muhalif sesler daha bir güvenle yükseltilmeye başladı. Nitekim 1945 yılının mayıs ayı ortalarında Toprak Reformu Kanunu tasarısı mecliste görüşülürken CHP Aydın milletvekili Adnan Menderes Tasarıyı eleştiren bir konuşma yaparak Başbakan Saracoğlu ile tartıştı. Bu arada Cumhurbaşkanı İnönü de 19 Mayıs’ta yayınladığı bayram mesajında ülkede “halk idaresi”nin gelişeceğini açıkladı. Daha sonra, başta Celal Bayar, Refik Koraltan, Fuat Köprülü ve Adnan Menderes olmak üzere bazı CHP milletvekilleri bütçe aleyhine oy verdiler (29 Mayıs). Bunu, bu dört milletvekilinin 7 Haziran’da CHP meclis grubuna verdikleri bir muhtıra izledi. Bayar, Menderes, Köprülü ve Koraltan –daha sonra “Dörtlü Takrir” diye adlandırılan- bu önerge özgürlükleri kısıtlayan rejimi daha fazla sürdürmenin doğru olmayacağı ve anayasada gösterilen hak ve özgürlüklerin artık tanınması, çok partili bir siyasî hayata geçirilmesi ve hükümetin TBMM tarafından denetlenebilmesi isteniyordu. Önerge CHP grubunca reddedilmekle beraber, kamuoyunda iyi izlenim bırakmıştı; bundan cesaret alan Köprülü ve Menderes muhalefetlerini basında hükümeti eleştiren yazılar yayınlatarak sürdürdüler. Ağustos ayında Birleşmiş Milletler Antlaşmasının onaylanması için yapılan görüşmelerde Menderes aynı doğrultuda konuşarak tek parti yönetimini sert bir dille eleştirdi ve Türkiye’nin uluslararası düzeyde girdiği bu taahhüde uygun olarak siyasî sistemini demokratik esaslar doğrultusunda yeniden şekillendirmesi ve özgürlükleri kısıtlamaktan artık vazgeçmesi gerektiğini söyledi.
Bu gelişmeler üzerine Menderes ve Köprülü 21 Eylül’de partiden çıkarıldılar; bu kararı eleştiren Koraltan da aynı muameleye tabi tutuldu. Bunu Celal Bayar’ın önce İzmir milletvekilliğinden, sonra da Halk Partisinden istifa etmesi (3 Aralık 1945) izledi. Bu arada Cumhurbaşkanı İsmet İnönü 1 Kasım’da yaptığı Meclisi açış konuşmasında Cumhuriyet’in diktatörlüğü ilke olarak reddettiğini belirttikten sonra şöyle diyordu: “Bizim tek eksiğimiz hükümet partisinin karşısında bir parti bulunmamasıdır. Bu yolda memlekette geçmiş tecrübeler vardır. Hatta iktidarda bulunanlar teşvik olunarak teşebbüsse girişilmiştir. İlk defa memlekette çıkan tepkiler karşısında teşebbüsün muvaffak olmaması bir talihsizliktir. Fakat memleketlerin ihtiyaçları sevkiyle hürriyet ve demokrasi havasının tabii işlemesi sayesinde başka siyasî partilerin de kurulması mümkün olacaktır. (…) Tek dereceli olmasını dilediğimiz 1947 seçiminde milletin çoklukla vereceği oylar gelecek iktidarı tayin edecektir. O zamana kadar bir karşı partinin kurulabilip kurulamayacağını ve kurulursa bunun meclis içinde mi dışında mı ilk şeklini göstereceğini bilemeyiz. Şunu biliriz ki, bu siyasî kurul içinde prensipte ve yürütmede arkadaşlarına taraftar olmayanların hizip şeklinde çalışmalarından fazla, bunların, kanaatleri ve programları ile açıktan durum almaları, siyasî hayatımızın gelişmesi için daha doğru yol, milletin menfaati ve siyasî olgunluğu için daha yapıcı bir tutumdur.” (Timur 1991: 15-16).
Görülüyor ki, İnönü ve CHP liderliği bir muhalefet partisinin kurulup faaliyete geçmesini istemekte, hatta teşvik etmekteydi. Nitekim Cumhurbaşkanı İnönü’nün bu konuşmasından bir ay sonra Celal Bayar yeni bir parti kuracaklarını basına açıklamış, nihayet 7 Ocak 1946’da Bayar’ın liderliği altında Demokrat Parti resmen kurulmuştur. Bayar’ın daha 1944’lerden itibaren bu maksatla İnönü ile temas halinde bulunduğunu, onun tarafından özendirilip cesaretlendirildiğini kaydeden Timur, bu durumun Demokrat Parti’nin de Serbest Fırka gibi muvazaa partisi olduğu şüphesini yarattığına işaret etmektedir (Timur 1991: 16). Gerçekten, Partinin kuruluşunu izleyen yıllarda İnönü-Bayar ilişkilerinin kritik anlarda uzlaşma ve gerginlikleri giderme birhayli işe yaradığı görülmüştür. Hatta bu nedenle zamanla Demokrat Parti içinde, danışıklı-döğüş isnadına dayalı bir muhalefet hareketi de gelişmiş ve daha sonra bu hareket 20 Temmuz 1948’de Millet Partisi’ne dönüşmüştür.
Demokrat Parti her ne kadar İnönü’nün teşviki sayesinde kurulmuşsa da, bunu bir “danışıklı-döğüş” olarak görmek doğru değildir. Büyük ihtimalle, İnönü ve CHP liderliği bir muhalif partinin kısa zamanda güçlenip iktidara gelebileceğine ihtimal vermemişlerdi; belki de istenen kontrollü bir çok-partili siyaset, Karpat’ın deyimiyle “sınırlı bir demokrasi” idi (Karpat 1967: 131). Kanaatimizce, CHP yönetimi bu sonucun güvencesini, Demokrat Parti kurucu ve önderlerinin de aynı yönetici zümre içinden çıkmış olmasında görüyordu. Esasen, başta Celal Bayar olmak üzere Demokrat Parti önderleri ile CHP yöneticiliği arasında Cumhuriyet’in temel değerleri bakımından ideolojik bir fark olduğu da söylenemezdi; her iki grubunun da ideolojik ortak paydası Kemalizm idi. Şu farkla ki, Demokrat parti daha liberal bir Kemalizm yorumundan yana görünüyordu. Mamafih, CHP’de 1946’dan itibaren gerek parti yönetiminde gerekse ülke yönetiminde bazı liberalleşme adımlarını atmaya başlamıştır.
Bunlardan başka, özellikle Celal Bayar’ın Cumhurbaşkanı ile zaman zaman diyaloga girerek, iki parti arasında veya hükümetle DP arasında ortaya çıkan bunalım ve gerginlikleri aşmaya çalışmış olması, onun muvazaa anlayışla hareket ettiğinin bir kanıtı olamaz. Yirmi-üç yıllık bir tek-parti yönetiminden sonra birdenbire siyasette çoğulculuğa yönelmenin, gerçekçi bir gözle bakıldığında, birtakım sıkıntılar yaratması normaldir ve böyle bir süreç içinde söz konusu bir diyalogun gerçekleştirilmiş olmasını bir kazanç saymak gerekir. Yoksa, Celal Bayar’ın bu “uyumlu” politikası olmasaydı, işler tamamen çıkmaza girebilir, çok-partili siyasal hayat denemesi başlamadan sona erebilirdi.
4. DEMOKRAT PARTİ’NİN MÜCADELESİ VE İKTİDARA GELİŞİ
Demokrat Parti kurulur kurulmaz ülkedeki bütün toplumsal ve entelektüel muhalefeti kendi etrafında toplamaya başladı. Parti kırsal kesimde, vatandaşların kendi girişimleri sonucu örgüt ağını genişletiyordu. Sadece muhafazakâr değil, liberal ve sol muhalefet de Demokrat Parti’yi bir ümit olarak görerek onu desteklemeye başlamıştı. Kısaca, uzun yıllar süren baskıcı tek-parti yönetiminden hoşnutsuz olan bütün kesimler Demokrat Parti’yi tutuyordu. Bu şartlar altında 10-11 Mayıs 1946’da toplanan Cumhuriyet Halk Partisi Olağanüstü Kurultayında tek-dereceli seçim sistemine geçilmesi, Parti Başkanının seçimle gelmesi ve Parti Başkanı yerine “Şef” deyiminin kullanmaktan vazgeçilmesi esaslara kabul edildi. Bu, CHP’nin kendini yeni siyasî şartlara uydurma yolunda attığı önemli bir adımdı. Buna paralel olarak CHP hükümeti çeşitli alanlarda liberalleşme politikası uygulamaya koydu; Basın Kanunu bir şekilde liberalize edildi, üniversitelere iç işlerinde özerklik tanındı. Cemiyetler Kanunu değiştirilerek, derneklerin ancak mahkeme kararıyla kapatılabilecekleri esası getirildi. Bu arada tek-dereceli seçim esasını getiren 4918 No.lu Milletvekili Seçimi Kanunu 5 Haziran’da kabul edildi ve bir yıl öne alınan genel seçimler 21 Temmuz 1946 tarihinde bu kanuna göre yapıldı. Ne yazık ki, gizli oy ve yargı denetimi ilkesi henüz getirilmemişti. Nitekim 1946 seçimlerinde dürüstlük sağlanamamıştır; pek çok yerde baskı ve hileler yapılmış ve bu şartlar altında CHP’nin 395 milletvekilliğine karşılık DP 66 milletvekilliği kazanabilmiştir. Her şeye rağmen alınan sonuç son derece önemlidir. Çünkü, Cumhuriyet tarihinde ilk defa iktidar partisinin karşısında güvence altında bir muhalefet grubu ortaya çıkmış ve bu sayededir ki dört yıl sonra iktidarın barışçı bir biçimde el değiştirmesi yolu açılmıştır. Yine ilk defa bu seçimde, öteden beri iktidarını fiilen halka borçlu olmayan CHP mensupları vatandaşlara kendilerini kabul ettirebilmek için seçim propagandası turlarına çıkmışlardır. Böylece siyasal iktidarın kaynağının halk iradesi olduğu fiilen de kabul edilmiş oluyordu.
Seçimlerden sonra yeni hükümeti kurma görevinin otoriter eğilimli Recep Peker’e verilmesi, yeni siyasî ortamın gereklerine uygun düşmüyordu. Bunu, DP’nin umulandan fazla ilgi görmesi karşısında İnönü’nün demokratikleşme doğrultusundaki kararlılığında geçici bir zayıflama meydana gelmiş olduğu şeklinde yorumlamak doğru olabilir. Nitekim Cumhurbaşkanı İnönü, adetâ bu hatasını telafi edercesine, ertesi yıl iktidar ve muhalefet partileri arasında hakemlik rolü üstlenmek ihtiyacı duymuş ve biraz sonra işaret edeceğimiz 12 Temmuz Beyannamesi’ni yayınlamıştır. Esasen, 1946 seçimlerini takip eden bu bir yıllık dönem Türkiye’de çok partili siyasetin yerleşmesi bakımından son derece önemli olmuş ve muhalefet partileri CHP ile eşitliği kazanmışlardır (Karpat 1967: 149). Recep Peker hükümeti, beklenebileceği gibi, DP’nin muhalefet stratejisini halkı itaatsizliğe teşvik biçiminde algıladığı için yönetimini sertleştirdi. Gerçekten hükümet bir yandan sıkıyönetimi altı ay daha uzatırken (Aralık 1946), öbür yandan çeşitli yasal ve idarî tedbirlerle basın ve sendikalar bastırıldı, iki sol parti kapatıldı. Peker’in bu tutumu iktidar-muhalefet ilişkilerini çıkmaza sokmuş ve Cumhurbaşkanı İnönü’nün araya girerek tarafları uzlaştırma girişimini davet etmiştir.
Demokrasinin yerleşmesi açısından 1947 yılı daha şanslı bir yıl olmuştur. Demokrat Parti ilk kurultayını bu yıl içinde topladı; Celal Bayar 7 Ocak tarihinde kurultayda yaptığı açış konuşmasında, Türkiye’de demokrasinin gerçekten kurulabilmesi için vatandaş özgürlüklerini kısıtlayan yasaların kaldırılmasının, yargı denetimi altında oy gizliliğini sağlayan bir seçim kanunu çıkarılmasının ve Cumhurbaşkanlığının parti başkanlığından ayrılarak devlet başkanlığı makamının tarafsızlaştırılmasının şart olduğunu belirtti. Kurultay sonunda, bu esaslara dayalı ve “Hürriyet Misakı” adlı bir rapor kabul ve ilân edildi. Ne var ki Halk Partisi çevresi bunu iyi karşılamadı; Başbakan Recep Peker her fırsatta Demokrat Parti taraftarı coşkun halk kitlelerine “ayak takımı” demeye devam ediyor ve gerektiğinde “devlet otoritesi”ni tesise kararlı olduğunu belli ediyordu. Hatta o kadar ki, Başbakan, İstiklâl Mahkemelerinin hâlâ yürürlükte olduğunu hatırlatmak gereğini bile duyuyordu (İstiklâl Mahkemeleri 1949 Mayısında kapatılmıştır). Bu arada sıkı yönetimde altı ay daha uzatıldı. Halk Partisi gazeteleri DP’yi ihtilâl istemekle itham eden yazılar yayımlamaya başladılar. Nihayet Menderes’in yasama dokunulmazlığının kaldırılmasının istenmesi (9 Mayıs 1947) gerginliği doruk noktasına çıkardı. Bunun üzerine, Cumhurbaşkanı İnönü Başbakan Peker ve DP Başkanı Bayar ile bazı görüşmeler yaptıktan sonra, 12 Temmuz tarihinde kamuoyuna resmî bir bildiri yayınladı. Cumhurbaşkanı İnönü “12 Temmuz Beyannamesi” adıyla bilinen ve taraflar arasında hakemlik yapma amacına dönük olan bu bildiride; hükümetle muhalefet arasındaki ihtilafta Cumhurbaşkanı olarak tarafsız kalacağı güvencesini vermekte, hükümetin meşru siyasî partilere karşı hoşgörülü davranması gerektiğini ve muhalefetin güvence altında faaliyet gösterebilmesinin şart olduğunu belirtmekte, buna karşılık muhalefet partisinin de yasallık sınırları içinde hareket etmeye özen göstermesi gereğini hatırlatmaktadır (Beyanname’nin metni için bakınız. Karpat 1967: 167-169).
Bu beyanname, hemen hemen bütün araştırmacıların dikkat çektikleri gibi, gerçekten tarihî değer taşıyan, Türk demokrasi tarihinde dönüm noktası teşkil eden bir olaydır. Nitekim kamuoyunda ve basında da bu şekilde değerlendirilmiştir. Böylece Cumhurbaşkanı, mensubu bulunduğu iktidar partisi ile Demokrat Parti arasında tarafsız bir konumu kendi girişimiyle benimseyerek, hem çoğulcu demokrasinin gerçekleşmesi hususunda içtenliğini göstermiş, hem de devlet sistemi içinde Cumhurbaşkanlığı makamının demokrasinin gereklerine uygun bir kurumlaşmaya dönüşmesi yolunda ilk adımı atmıştır. Ayrıca siyasal muhalefet de herhangi bir baskıya uğramaksızın güvenceli bir statü içinde iktidar mücadelesi yürütebileceğinden emin ve rahat olacaktı. Cumhuriyet artık, hiç değilse siyasal çoğulculuğu resmen kabullenmiş oluyordu. Böyle olmakla beraber, Başbakan Peker bu Beyanname’den hiç hoşlanmamıştı. Ona göre; Cumhurbaşkanının partiler arasında böyle bir tutum almaya yetkisi yoktu, bu anti-demokratik bir girişimdi. Bu yöndeki görüşlerini kamuoyuna da açıklayan Peker bu suretle Cumhurbaşkanı ile ters düştü; zamanla CHP içinde de desteğini önemli ölçüde yitirince, 9 Eylül’de istifa etmek zorunda kaldı. Sonuç olarak bu istifa yeni dönemin ruhuna ve genel gidişine uygundu. Daha sonra başbakan olarak atanan (10 Eylül 1947) eski Dışişleri Bakanı Hasan Saka’nın hükümet programında ise, 12 Temmuz Beyannamesi ile açılan yeni dönemin ruhuna bağlı kalınacağı vaat ediliyordu. Gerçekten yeni hükümet oldukça liberal bir siyaset izlemeye ve muhalefetin yasal eşitliğini kabul eder tarzda hareket etmeye başladı.
Bu arada CHP de kendini yeni şartlara uydurmak durumundaydı; 17 Kasım 1947’de toplanan Yedinci Kurultay partinin tüzük ve programını yeni esaslar doğrultusunda bazı değişikliklere uğrattı. Bunlar bir yandan partinin iç yapısını demokratikleştirmeye (Genel Başkanın Cumhurbaşkanı seçilmesi halinde Genel Başkanlık görevlerini İkinci Başkan yüklenecekti ve bunların her ikisinin de görev süresi iki yıl olacaktı; Parti Meclisi üyelerinin hepsi artık parti üyelerince seçilecek ve öteden beri Genel Başkanın atadığı Genel Sekreter de artık Parti Meclisince seçilecekti; milletvekili adaylarının yüzde yetmişi yerel parti örgütlerince seçilecekti. Bu konuda bkz. Karpat: 181), öbür yandan partinin ideolojisini yumuşatmaya ve devrimci dozunu azaltmaya yönelikti. Nitekim Parti’nin programındaki “devletçilik” ve “lâiklik” ilkeleri liberal bir anlayış doğrultusunda yeniden tanımlandı. Bu yeni yoruma göre, devletçilik özel girişimi tamamlayıcı bir ilke olup, esas olan özel girişimdir. Siyasî devletçilik ise zaten çoğulcu siyasetin ve muhalefetin meşruluğunun kabul edilmesiyle büyük ölçüde terkedilmiş oluyordu. Bu yönelişi güçlendiren bir gelişme de, lâikliğin din ve ibadet özgürlüğünü güvenceye alan yanının vurgulanması oldu. Bu anlayışın doğal sonucu devletin din karşısındaki tutumunu yumuşatması idi; öyle de oldu. Zaten daha önce (Şubat ayında) okullara din dersi konması ve din adamı yetiştiren okullar açılması kararlaştırılmıştı. İzleyen iki yıl içinde dinde liberalleşmeyle ilgili yasal adımlar da atıldı ve Ankara’da bir İlahiyat Fakültesi kurulması kabul edildi.
Bütün bunlar Cumhuriyet’in demokrasiye yönelişindeki içtenliğini gösterdikten başka, ülke genelinde de büyük bir rahatlama sağladı. Halk artık -siyasal sistemin tam olarak aktif bir unsuru değilse bile- gözardı edilmesi siyaseten imkânsız olan bir faktör haline gelmişti. İstanbul’da yıllardır yürürlükte bulunan sıkıyönetim de nihayet Aralık 1947’de kaldırıldı.
Bununla birlikte, liberalleşmenin artması esas olarak muhalefetin işini kolaylaştırmakla beraber, Demokrat Parti için bazı sıkıntılara da yol açmıştı. Çünkü, hükümetin politikasının baskıcı olduğu iddiasına dayanan DP propagandası artık önemini büyük ölçüde yitirmiş ve parti-içi huzursuzlukların su yüzüne çıkması kolaylaşmıştı. Zaten öteden beri Demokrat Parti’nin, bir muvazaanın eseri olduğunu ileri süren kişiler partide vardı ve bunlar 12 Temmuz Beyannamesi ile onu izleyen bazı olayları iddialarının kanıtı olarak gösteriyorlardı. Ayrıca, partinin liderliğiyle ilgili kişisel çekişmeler de daha belirgin hal aldı. Bu gruplar sonuç olarak daha sert bir muhalefet yapılmasını ve CHP’nin tümüyle tasfiye edilmesini istiyorlardı. Bu gerginlik Partiden kopmalara yol açtı. Bu olay ise Türk siyasetinde yeni bir muhalefet partisinin doğmasına vesile oldu ve 20 Temmuz 1948’de Mareşal Fevzi Çakmak’ın başkanlığında Millet Partisi kuruldu. Parti’nin “liberal-muhafazakâr” sayılabilecek bir programı vardı.
Bu arada Demokrat Parti seçimlerin tam demokratik bir usule bağlanması yolundaki ısrarından vazgeçmedi; diğer belli başlı isteklerinin çoğu son bir-iki yıl içinde CHP ve hükümet tarafından gerçekleştirilmişti ( Buna Polis Vazife ve Selâhiyetleri Kanunu’nda bazı iyileştirmeler yapılması da dahildi). Bunun yanında, 1949 yılı başlarında göreve gelen Günaltay hükümeti hem programı hem de uygulaması itibariyle liberal idi. Yeni bir seçim kanunu hazırlığı da başlattı. Böyle bir ortamda Demokrat Parti İkinci Büyük Kongresini 20-25 Haziran 1949’da topladı. Temel gündem konusu yine seçim kanunuyla ilgiliydi. Kongre sonunda Millî Teminat Andı adlı bir rapor yayınlanarak, vatandaşların temel hak ve özgürlüklerinin hükümet tarafından ihlâlinin vatandaşları meşru müdafaa durumunda bırakacağı belirtilmekte ve adil ve güvenceli bir seçim kanunu ve uygulamasının da bu çerçevedeki haklardan olduğu özellikle kaydedilmekteydi (Timur, 1991: 91). Hükümet her ne kadar buna tepki gösterdiyse de, Demokrat Parti’nin aynı yıl sonbaharında yapılan ara seçime girmemesinin de etkisiyle, nihayet yargı güvencesi getiren ve muhalefet partilerine de radyoda propaganda yapma imkânı veren 5545 No.lu Milletvekili Seçimi Kanunu –Demokrat Parti’nin de desteğiyle- Meclis’te kabul edildi (16 Şubat 1950).
İktidar ve muhalefet partileri böylece oldukça yatışmış bir siyasal hava içinde ilk defa gerçekten demokratik bir seçim ortamına girdiler. 14 Mayıs 1950’de yapılan genel seçimlere Cumhuriyet Halk Partisi, Demokrat Parti ve Millet Partisi katıldı. Seçime katılma oranı hayli yüksekti ( % 89.3). Toplam 487 milletvekilliğinin 396’sını Demokrat Parti, 68’ini Cumhuriyet Halk Partisi, 1’ini de Millet Partisi kazandı. Seçilen bağımsız milletvekili sayısı ise yedi idi (1). Halk Partisi, iktidarı Demokrat Parti’ye devretti; 12 yıllık Cumhurbaşkanı ve bir zamanların “millî şef”i İnönü muhalefet lideri oldu. Yeni Cumhurbaşkanı ise Celal Bayar’dı; Bayar Başbakanlık görevini Adnan Menderes’e verdi (22.5.1950).
Bu şekilde, modern Türkiye kuruluşundan yaklaşık otuz yıl sonra ilk defa halkın tercihi doğrultusunda ve barışçı bir iktidar değişikliğini gerçekleştirmiş oluyordu. Bu, modern Türkiye’nin aynı zamanda demokratik bir Cumhuriyet olma yönündeki iradesinin de bir işareti idi.
5. SONUÇ: BAZI DERSLER
Türkiye’de 1945 yılına kadar ülkeye hâkim olan “tek şefli ve tek partili otoriter rejim”den (Tanör 1992: 256) çoğulcu siyasete geçiş 1945-50 yılları arasındaki beş yıllık bir dönemde gerçekleştiği için, bu kısa dönemin yoğun tecrübesi önemli bir takım dersleri içermektedir. Gerçi daha önce de iki defa iktidar partisi ve hükümetin dışında muhalefet partileri kurulmuş ve kısa dönemli fiili çoğulcu deneyimler yaşanmıştır. Ne var ki, ilk muhalefet partisi olan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası gerçek b,ir muhalefet olarak ortaya çıkmaklaberaber, Kemalist kadronun muhalefetli bir çoğulcu siyasetin meşruluğunu kabul etmeye henüz hazır olmaması nedeniyle, bu deneyim çok kısa ömürlü olmuş ve siyasal muhalefet hiçbir zaman meşru bir statü kazanamamıştır. Bunda,Cumhuriyet’in devrimci veya reformist siyasetinin başarılı bir biçimde uygulanabilmesi kaygısı önemli ölçüde etkili olmuştur. Bunu izleyen beş yıllık muhalefetsiz ve “halksız” yönetim, 1930 yılında Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kurulmasıyla yeni bir yön alır gibi olmuşsa da; ikinci tecrübe ile güdülen asıl amacın demokrasiye geçiş yerine toplumsal muhalefeti denetlemek olması nedeniyle, bu hareket “güdümlü” bir muhalefet olarak kalmıştır. Bu iki örnekle birlikte, İkinci Dünya Savaşı sonlarına kadar kararlı bir biçimde “özgürlük-tanımaz” bir siyaset izlenmesi ve bir ara iktidar partisi (CHP) ile devleti özdeşleştirmeye dönük fikrî ve fiilî çabalara girişilmesi göz önüne alındığında, Kemalist yönetimin en azından görünebilir gelecekte demokrasiyi hedeflemiş olduğunu iddia etmek zordur. Nitekim bir araştırmacı, Kemalizmi ve pratiğini modernleşme ideolojisi çerçevesi içinde demokrasi açısından inceleyen eserinde, Kemalist projenin demokrasi ve liberalizme yer vermediğini ve kendini çağdaş ideolojilerden ayrı ve üstün bir ideoloji olarak gördüğünü kanıtlamaya çalışmaktadır (Köker 1990).
Eğer bu tespit doğruysa, o zaman 1945 sonrasında başlayan süreci nasıl açıklayabiliriz? Bu soruya kısaca, Türk siyasal seçkinlerinin bu tarihlerde Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı iç ve dış ortamı doğru değerlendirmeleri sonucunda, yeni bir kararla temel paradigmalarını değiştirmek durumunda kaldıkları biçiminde cevap verebiliriz. Bu açıdan baktığımızda Türkiye’de çoğulcu demokrasiye geçmeyi en makul siyasal tercih hâline getirmiş olan etkenleri şu şekilde sıralamak uygun olur:
1- Türkiye İkinci Dünya Savaşına girmemiş olmasına rağmen, savaş Türk ekonomisini de zor duruma sokmuş, bu nedenle toplumsal huzursuzluk derin ve yaygın bir nitelik kazanmıştı. Esasen iktisadî devletçiliğin yarattığı sıkıntılar daha öncelerden bu yana bir bunalım yaratmıştı.
2- Yirmi yıldan fazla bir süredir sürdürülmekte olan “otoriter devrimcilik” ciddi bir toplumsal hoşnutsuzluk birikimi yaratmıştı. İkinci Dünya Savaşı esnasında yönetimin baskıcı özelliğinin yoğunlaşması bu hoşnutsuzluğu daha da arttırmıştı.
3- İkinci Dünya Savaşının faşist totaliteryenizmleri tasfiye ederek sonuçlanması, uluslar arası düzeyde demokrasi fikrinin cazibesini arttırmış, tek şefli ve tek partili yönetimleri meşrulaştırmak hemen hemen imkânsız hâle gelmişti.
4- Yeni uluslar arası ortamda “barış” temel evrensel değer konumuna yükselmiş, aynı zamanda ulusal düzeydeki demokratik rejimler barışçı bir uluslar arası ortamın vazgeçilmez esası sayılmaya başlanmıştı. Türkiye’de böyle bir ortamın vazgeçilmez esası sayılmaya başlanmıştı. Türkiye’de böyle bir ortamda hem Birleşmiş Milletler’de yer alabilmek hem de batı ülkeleriyle, özellikle Amerika Birleşik Devletleriyle yakınlaşabilmek için siyasî rejimini ciddi bir biçimde gözden geçirmek zorundaydı. Bu yakınlaşma Türkiye’yi sadece uluslar arası alanda yalnızlıktan kurtarmakla kalmayacak, aynı zamanda ekonomisini tamir etmede ABD’nin yardımlarını da temin edebilecekti.
5- Türkiye’nin Batılı demokrasilerle fikri ve işbirliğine geçmesi, aynı zamanda Sovyet baskısının da tahrik ettiği bir zorunluluk olarak görünüyordu. Sovyetler Birliği’nin Türkiye’ye yönelttiği taleplerin ürkütücülüğü karşısında, Türkiye’nin Batının güvenlik şemsiyesine ihtiyacı aşikârdı. Demokratik bir siyasal sistem ise, böyle bir işbirliğinin alt yapısını oluşturacaktı.
Görülüyor ki, 1945’ler Türkiye’sinde yönetici mevkiinde olanlar, Türkiye’nin demokrasiye adeta mahkûm olduğunu rahatlıkla görebilecek durumdaydılar. Hem iç hem dış kamuoyunun baskısı liberalleşme ve demokratikleşme yönündeydi (Aynı yönde bkz. Karaosmanoğlu 1992: 30). Türkiye daha uzun süre, bir tür bürokratik diktatörlük karakteri gösteren yönetimini muhafaza edemezdi; böyle bir tercih hem toplumsal huzursuzlukların bir patlama noktasına gelmesine hem de Türkiye’nin uluslar arası düzeyde alabildiğine itibarsızlaşmasına, hatta güvenliğini tehlikeye atmasına yol açabilirdi. Bu durumda en akılcı yol, demokratikleşme yönündeki girişimin yönetim kademelerinden gelmesiydi. Bu işte, Cumhuriyet’in ve onun resmî partisi CHP’nin ilk siyasal retoriği zaten yeni duruma uyarlanmaya elverişli idi. Yapılması gereken, sadece ulusal egemenlikçi resmî söylemin gereğini samimi olarak yapmak, Anayasanın zaten tanıdığı özgürlükleri zaten kullanılamaz kılan yasaları kaldırmak veya değiştirmekti. Nitekim 1945-50 döneminde, zaman zaman yalpalamalar, tedirginlikler olmakla birlikte, esas itibariyle yapılmış olan budur.
Bu tecrübeden çıkarılabilecek derslere gelince, bunları da şu şekilde ifade edebiliriz:
1- Bir kere, başta İnönü olmak üzere zamanın CHP yönetim kadrosu 1945’lerde karşı karşıya bulunulan iç ve dış siyasal ortamın gereklerini gerçekçi bir biçimde değerlendirmiştir. Tarihi doğru okumak az şey değildir.
2- Yine CHP önderliği –özellikle İnönü- demokrasiye geçmek konusunda kararlı ve cesur davranmışlardır. Eğer, bu geçiş döneminde zaman zaman ortaya çıkan gerginlik ve kararsızlık dalgalarının üstesinden gelinemeseydi, bugün bir “Türk Demokrasi Tarihi”nden söz edemeyebilirdik.
3- Zamanın belli başlı siyasal aktörleri – Recep Peker istisna edilirse- uzlaşmacı bir tutumu benimsemekle, bu geçiş deneyinin başarısını büyük ölçüde garanti etmişlerdir. Özellikle Cumhurbaşkanı İnönü ile Demokrat Parti lideri Bayar’ın diyalogu hiç koparmayarak, bu tür- köklü değişim dönemlerinde yaşanması mukadder olan gerginlikleri karşılıklı tavizlerle atlatmış olmaları takdire değerdir. Bayar bu tür çabalarından dolayı partisinin muhalif kanadınca “muvazaa” ile suçlanmış olsa da; bugünden geriye baktığımızda, haklı olanın Bayar olduğu açıktır.
4- Demokrat Parti’nin demokrasi mücadelesindeki kararlılığı CHP ve onun hükümetlerinin bu yeni yöneliş doğrultusunda yasal ve idari tedbirler almasında son derece ekili olmuştur. Bu kararlılığın en önemli belgeleri “Hürriyet Misakı” ile “Milli Teminat Andı”dır. Nitekim bu belgelerin karar altına alınmasından sonra CHP hükümetleri daha liberal kişilerce kurulmuş ve liberalleşme adımları bu hükümetler tarafından atılmıştır. Demokratlar demokratikleşme doğrultusundaki yasal düzenlemelerin geciktirilmesi karşısında yılgınlığa kapılıp işin peşini bıraksaydılar –ki daha önceki tecrübelere bakarak böyle bir tutum almaları çok da yadırganmayabilirdi –CHP çevreleri de o zamana kadar sağlanmış olan kısmi yumuşama ile yetinebilirlerdi. Denebilir ki, Türk demokrasisinin, kuruluş aşamasındaki temel taşı olan, yargı güvencesine bağlanmış, gizli oy -açık sayım esasının sonucudur. Demokrat Partinin bu girişimleri, bugün güncel olan bir deyimle, bir tür ikinci Cumhuriyet talebi olarak görülebilir.
5- Bu dönemde yapılan yanlışlar da vardır. Bunlardan biri, demokratikleşme doğrultusunda siyasal irade beyan ettikten sonra, bu davaya sıcak bakmayan bir politikacının bir ara göreve getirilmiş olmasıdır. Gerçekten de Recep Peker’in 1946 genel seçimlerinden sonra Başbakanlığa getirilmiş olması, iktidar-muhalefet gerginliğinin tırmanmasında büyük rol oynamış ve belki de zaman kaybına yol açmıştır.
Son olarak bir noktaya daha temas etmeliyiz. Siyasal iktidarın demokratik yolla 1950 yılında el değiştirmesinden sonraki 10 yıllık dönemde yaşanan siyasal tecrübe, sadece kurumsal düzenlemelerin demokrasiyi garanti etmeye yetmediğini de göstermiştir. Otoriter rejim döneminin siyasal pratiği içinde yetişmiş siyasal seçkinler zamanla iktidardan ayrı, bağımsız bir siyasi parti hâlinde mücadele verseler de, siyasal eğilimlerini aldıkları devrenin zihniyetinden tümüyle kurtulamadıklarını Demokrat Parti tecrübesi ortaya koymuştur. Demokrasinin tam olarak yerleşmesi, hem siyasal seçkinler hem de genel olarak halk arasında demokratik siyasal kültürün kök salmasına bağlı görünüyor. Türk demokrasisinin üç defa kesintiye uğramış olması, bu noktada henüz yeterince bir olgunluk sağlayamadığımızı gösterdiği gibi; başka benzer tecrübeleri yaşamaya hazırlananların geleceğe ilişkin olarak daha “gerçekçi” ve “uyanık” olmaları gerektiğini de hatırlatıyor.
(1992)
DİPNOTLAR:
(1) Karpat, 1967:208. Ahmad’lar farklı sayılar vermektedirler. Onlara göre DP 408, CHP 69 ve bağımsızlar 9 milletvekili kazanmıştır. Bkz. Ahmad ve Ahmad 1976:66.
KAYNAKLAR:
Ahmad, Feroz-Ahmad, B. Turgay; Türkiye’de Çok Partili Politikaların Açıklamalı Kronolojisi (1945-1971) (İstanbul: Bilgi Yay. 1976)
Burçak, Rıfkı Salim, Türkiye’de Demokrasiye Geçiş: 1945-1950 (Ankara 1970)
Erdoğan, Mustafa; “Türkiye’de Bürokratik Yönetim Geleneği Ve Demokrasi”, Yeni Forum, N.271 (Aralık 1991) (Yeni Forum Yayınları Arasında 1992 Yılında Türkiye Modeli ve Türk Kökenli Cumhuriyetlerle Eski Sovyet Halkları Adlı Kitapta Yeniden Basılmıştır: S. 79-88)
----------------- “Türk Demokrasisinin Doğum Tarihi: 14 Mayıs”, Yeni Forum, N.278 (Temmuz1992), S. 26-36.
Karaosmanoğlu, A.L.; “Türkiye’de Demokrasinin Uluslar Arası Koşulları”, Türkiye Modeli ve Türk Kökenli Cumhuriyetlerle Sovyet Halkları, Ankara: Yeni Forum Yayını, 1992, S.26-36.
Karpat, Kemal; Türk Demokrasi Tarihi (İstanbul:1962)
Köker, Levent; Modernleşme, Kemalizm Ve Demokrasi (İstanbul: İletişim Yay., 1990)
Özipek, Bekir Berat; Türk Siyasi Hayatında Serbest Cumhuriyet Fırkası Olayı (Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Ankara 1991).
Tanör, Bülent; Osmanlı- Türk Anayasal Gelişmeleri (İstanbul: Der Yy., 1992)
Tekeli, Şirin; “Cumhuriyet Döneminde Seçimler”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, C.8 (İstanbul: İletişim Yy., 1986), S. 1798-1824)
Timur, Taner; Türkiye’de Çok Partili Hayata Geçiş, (İstanbul: İletişim Yay., 1991)
Tunçay, Mete; Türkiye Cumhuriyetinde Tek Parti Yönetiminin Kurulması: 1923-1931 (Ankara: Yurt Yay., 1981).