10. Türkiye’de Faizler Neden Bu Kadar Yüksek?
Türkiye maalesef reel faizlerin görece çok yüksek olduğu, bu manzaranın yıllardır geçerliliğini koruduğu bir ülkedir, acaba neden? Bunun birçok nedeni var. Ancak bunları sıralamaya geçmeden, faizin ne olduğu konusuna kısaca değinmekte yarar var.
Faizin kaynağıyla ilgili iktisat teorisinde çeşitli görüşler mevcuttur. Bunlardan en önemli dördü şu şekilde sıralanabilir: klasik-neoklasik (reel) faiz teorisi, Keynesyen (parasal) faiz teorisi, ödünç verilebilir fonlar teorisi ve faizin zaman tercihi teorisi. Bunlardan ilki olan reel faiz teorisine göre faiz, gelirin bir kısmını tüketmeyip tasarruf etmenin bedelidir. Buna göre faiz tasarruf gibi reel bir değişkenin karşılığıdır ve faiz oranını ekonomideki yatırım-tasarruf dengesi (tasarruf arz ve talebi) belirler. Tasarruf arzı ne kadar fazlaysa faiz oranı o kadar düşük, tasarruf (yatırım) talebi ne kadar fazlaysa faiz oranı da o kadar yüksek olacaktır.
İkincisi olan parasal faiz teorisine göre faiz likiditeden, yani nakit paradan veya elde para tutmaktan vazgeçmenin bedeli olup, faiz oranını para arz ve talebi belirler. Buna göre insanların kendilerine her an alım gücü sağlayan ceplerindeki nakit paradan vazgeçerek bunu başkalarının emrine vermelerinin bir bedeli olmalıdır, bu da faizdir. Bu teoriye göre piyasadaki para arzı ne kadar bol ise faiz oranı düşük, buna karşılık para talebi görece ne kadar yüksek ise faiz oranı da o ölçüde yüksek olacaktır.
Üçüncü teori olan ödünç verilebilir fonlar teorisi birinci ve ikinci görüşü harmanlayan bir görüştür. Buna göre faiz oranını piyasadaki toplam ödünç verilebilir fon arzı (hanehalkı ve firmaların tasarrufları, banka kredileri, yastık altından piyasaya yönelen kaynaklar) ile, ödünç verilebilir fon talebi (firmaların yatırım amaçlı fon talepleri, hanehalklarının tüketim ihtiyaçları için borçlanma talepleri) tarafından belirlenir. Dolayısıyla bu kurama göre faiz oranı hem reel, hem de parasal faktörler tarafından belirlenmektedir.
Faizin zaman tercihi kuramına göre ise insanlar yaratılış itibariyle şimdi olanı gelecekte olacak olana tercih etme eğilimindedir. Bu tercihi tersine çevirmenin, şimdi tüketimden vazgeçip gelecekte tüketime yönelmelerini sağlamanın, dolayısıyla kaynaklarını ödünç verilebilir hale getirmenin bedeli de faiz olarak karşımıza çıkar.
Bu görüşlerin ayrıntılarına inmek kuşkusuz iktisat ders kitaplarının konusu olup bu yazının kapsamı dışındadır. İsteyen okuyucu bu konuda mikroiktisat ve makroiktisat ders kitaplarında ayrıntılı bilgi bulabilir.
Yukarıda çok kısa bir şekilde özetlenen görüşlerin de fikir verebileceği üzere, bir ekonomide faizlerin neden yüksek olduğu sorusunun cevabını araştırırken akılda tutulması gereken önemli bir nokta, faizin bir anlamda “paranın fiyatı” olduğudur. Parayı parayla peşin alıp satmanın anlamsız olacağı açıktır. Para ancak ödünç alındığı, yani borç alan kişiye parayı borç alırken bedelini ödemeden bir süre o parayı kullanma şansı tanıdığı ölçüde iktisaden bir anlam ifade edebilir, derde derman olabilir. Bu çerçevede faiz, parayı ödünç almanın, onu belirli bir süre kullanmanın bedelidir; para sahibinin belirli bir süre tüketiminden vazgeçmesinin, şimdiki tüketimini geleceğe ertelemesinin karşılığı olarak da düşünülebilir. Hangi taraftan bakıldığına bağlı olarak, faiz bir getiri veya bir masraf kapısı olacaktır. Borç veren için bir getiri, borç alan içinse bir maliyet kalemidir.
İktisadın evrensel yasalarından biri kabul edebileceğimiz arz-talep yasasına göre herhangi bir mal için talep arzdan fazlaysa, yani aşırı talep sözkonusuysa o malın fiyatı yükselir, bu kuralın para için de geçerli olduğu rahatlıkla söylenebilir: para talebi para arzından yüksek olursa, tasarruflar planlanan yatırımları finanse etmeye yetmiyorsa, ödünç verilebilir fon arzı talebi karşılayamıyorsa faizler yükselecektir. Kısaca piyasada para kıtsa, faiz yüksek olur. Faizlerin aşırı düşük ya da aşırı yüksek olmasının çeşitli sakıncaları vardır.
Piyasaya bol para sürüp, para arzını şişirerek faizleri düşürmenin alternatif maliyeti yüksektir. Üretimi artırmadan piyasadaki para miktarının artırılması enflasyon doğurur, ki Türkiye bu konuda belki de dünyadaki en deneyimli ülkelerden biridir. Faizler başta enflasyon olmak üzere ekonominin öteki makro göstergeleriyle uyumlu olmayan düzeylere düşerse parayı ödünç verenler durumundaki tasarruf sahipleri düşük veya negatif getirisinden dolayı tasarruf yerine tüketime yönelirler. Dolayısıyla aşırı düşük faizlerin tasarrufları caydırıcı bir etkisi olur. Buna karşılık aşırı yüksek faizlerin en önemli olumsuz etkisi yatırımları caydırmak, dolayısıyla ekonominin büyüme yollarını tıkamaktır. Yatırım olmayan bir ekonomi üretken kapasitesini artıramaz, üretimini artıramayan ekonomi büyüyemez, büyümeyen ekonomi istihdam yaratamaz, dolayısıyla işsizliği azaltamaz. Kısaca faizlerin aşırı yüksekliği zincirleme bir şekilde ekonomideki pek çok öteki sorunla neden-sonuç zinciri içinde bağlantılıdır.
Türkiye'nin son yıllarda IMF gözetiminde yürüttüğü istikrar programı gereği hükümet sıkı para politikası izlemek, bütçe disiplininden taviz vermemek ve enflasyonu kontrol altında tutmak durumundadır, faizlerin yüksekliğinin bir sebebi budur. Bir başka sebep, enflasyonun hâlâ görece yüksekliğidir. Enflasyon yüksek ise faizlerin de yüksek olması normaldir; tasarrufun tasarruf sahibine reel getiri sağlayabilmesi için nominal faizlerin enflasyon oranından yüksek olması gerekir. Otuz yıldan sonra enflasyonu tek haneli rakamlara indirebilmiş olsa da, enflasyonun ortalama %1-3 arasında seyrettiği öteki ülkelerle karşılaştırıldığında %10 dolayında seyrettiği Türkiye’de enflasyonun görece hâlâ çok yüksek olduğu ortadadır. Bunlar kadar önemli bir başka sebep de ekonomideki belirsizlik, istikrarsızlık, güvensizlik ve bunların bir bileşkesi olarak yüksek risk ortamıdır.
Bu bağlamda, Hazine borçlanma faizlerinin düzeyi piyasalardaki para kıtlığının ve kamunun borçlanma gereğininin şiddetinin yanısıra; piyasada varolan belirsizlik, güvensizlik ya da gerginlik ortamının bir göstergesi olarak kabul edilebilir. Geçtiğimiz haftalarda ABD Merkez Bankası’nın faizleri cüzi de olsa artırması ve petrol fiyatlarının son aylarda anormal derecede yükselmesi gibi dışsal faktörlerin yanısıra, AB’nin Kıbrıs ve Ermeni sorunu konusundaki Türk kamuoyunda tepki toplayan talepleri, iç politik gerginlikler, hükümetle Çankaya arasında zaman zaman su yüzüne çıkan soğukluk, kamu yönetiminde reform öngören yasa tasarısının Cumhurbaşkanının vetosuna uğraması, kimi büyük özelleştirme projelerinin yargıya takılması, orman vasfını kaybetmiş arazilerden gelir sağlamayı hedefleyen tasarının yasalaşamamasının sonucunda kamunun gelir yaratma olanaklarının kısıtlanmış olması, her an gerginlik yaratma potansiyeli taşıyan ve zaman zaman alevlenen türban veya başörtüsü tartışmaları, Doğu bölgesinde kıpırdama eğiliminde olan terörist eylemler veya özel günlerdeki gösterilerin polis müdahalesini gerektiren şiddet eylemine dönüşmesi gibi gerginliği artıran gelişmeler Türkiye’yi maalesef dünyanın en yüksek reel faizini ödeyen ülkelerinden biri olarak kalmaya mahkûm etmektedir. Bir zamanlar, 1994 ve 2001 krizleri sırasında reel faizler %40’ları aşıyordu. Hattâ 2001 krizi sırasında gecelik nominal faizler %7000 gibi dünya tarihinin daha önce benzerini kaydetmediği seviyelere çıkarak kırılması kolay olmayan bir yüksek faiz rekorunu Türkiye'nin hanesine yazdırdı. Ancak 2002 sonundan beri yakalanan istikrar ortamı nominal faizleri de enflasyonu da sistematik biçimde gerileterek Hazine bonosu faizlerini %70’lerden %18-20’lere, enflasyonu da %30’lardan %8-10’lara geriletti. Gidişatın olumlu seyrine karşın reel faizler bu ülkede hâlâ çok yüksektir.
Halen (Mart 2005) %20 civarındaki Hazine borçlanma faizleriyle %9 civarında seyreden enflasyon farkı dikkate alındığında reel faiz oranları yaklaşık %11 olarak ortaya çıkmaktadır. Oysa, normalde ekonomik ve siyasi dengelerini oturtmuş bir ekonomide reel faiz oranının %2-3 olması beklenir. Gelişmiş ülkelerde gözlenen rakamlar genellikle budur. Türkiye’nin gelişmişlik farkından kaynaklanan risk primi buna eklendiğinde reel faizlerin %5’i çok aşmaması gerekir. Bizim tahminimize göre, özelleştirme projelerinin yargıya takılmadan ilerlemesi, orman özelliğini yitirmiş kaçak kullanılan arazilerden gelir elde edilmesini öngören tasarıların veto engeline takılmaması ve kılık-kıyafet sorununun bireysel tercih meselesi olarak algılanıp kişilerin tercihlerine saygı duyan bir formülle aşılması halinde Türkiye’de reel faizler de bu civarda oluşacaktır. Türban sorunuyla yüksek reel faiz sorunu arasında ilişki kurmakta zorlanan kişiler, bir reklâm filmine yansıyan deyişle “Yav ne alâkası var?” diyebilirler; ancak reel faiz dahil Türkiye’nin bütün iktisadi sorunlarının, reformcularla statükocular arasındaki iktidar kavgasından terör eylemlerine, ezberci eğitim sisteminden, aksayan sağlık, sosyal güvenlik ve yargı sistemine, atanmışlar-seçilmişler kavgasından türban sorununa bütün hukuki-siyasi sorunlarıyla doğrudan ya da dolaylı ilgisi vardır. Resmin bütününe bakıldığında yüksek reel faizler bir neden değil, bir sonuçtur.
Esasen Türkiye'de bir türlü hal yoluna konulamayan, kamuoyu yoklamaları toplumun büyük bir kesiminin yasağın kalkmasından yana olduğu halde belirli iktidar odaklarınca serbest bıraktırılmayan türban yasağının siyasi gerginlikten ülke risk primini yükseltmeye, eğitimde fırsat eşitliğinden yetişmiş kalifiye işgücünün heba edilmesine, verim düşüklüğünden devlete küskünlüğe, kaynak israfı ve yüksek faizlerden uluslararası ilişkilerin bozulmasına kadar uzanan son derece ağır bir toplumsal maliyeti vardır.
Sonuç olarak yüksek Türkiye'de faizlerin yüksek olmasının ve bir türlü istikrarlı demokrasiye sahip ülkelerdeki düzeye inmemesinin birçok siyasi ve ekonomik nedeni vardır. Ekonomik nedenler enflasyonun düşürülmesi, istikrar programının sürdürülmesi ve bütçe disipliniyle ilgili hedeflerin gerekli kıldığı sıkı para politikalarıyla ilgilidir. Siyasi sebepler ise asker-sivil ilişkilerinin tam normalleşmemiş olması, türban yasağı ve bunun doğurduğu gerginlikler, geçmiş krizlerin etkisi ve yer yer nükseden kriz beklentilerinin doğurduğu ülke riski priminin yüksekliği gibi nedenlerdir.
Özellikle siyasi nedenlerin ortadan kaldırılması istikrarı pekiştirecek, siyasi risk primini düşürecek, bu da makro ekonomik göstergelerin olması gereken düzeylere daha kısa sürede gelmesi ve bu düzeylerde istikrar kazanmalarına yardımcı olacaktır. Bu bağlamda Çankaya ile hükümet arasındaki güvensizliğin giderilmesi, türban ve YÖK konularında demokratikleşme ve sivilleşmeye uygun açılımlara gidilmesi, özelleştirme gibi rekabeti ve verimi artıracak, 2B gibi Hazineyi gelir açısından rahatlatacak düzenlemelerin engellenmemesi, ve nihayet AB’ye üyelik sürecinin gerektirdiği uyum çalışmalarına tam gaz devam edilmesi Türkiye'de gerginliği azaltacak, istikrarı pekiştirecek, bu arada reel faizleri de çok daha makul seviyelere çekecektir.