Giriş
Bu yazıda sosyal devlet kavramı alışılmışın dışında bir tercihle teorik anlamından ziyade anayasa mahkemesi kararındaki tanımıyla ele alınarak uygulamada atfedilen görevleri üzerinden değerlendirilecek, hemen ardından sosyal devlet uygulamalarının hedeflendiği gibi alt gelir grubuna fayda sağlayıp sağlamadığı sorgulanıp getirdiklerinin yanında hem ekonomik hem de siyasi olarak götürdükleri ele alınacaktır. Özellikle 2008 krizi sonrası piyasa ekonomisine ahlak ve adalet kavramları etrafında yöneltilen eleştiriler bizi piyasa ekonomisi ve refah devleti üzerine düşünmeye sevk ediyor. Haliyle bu da tartışmanın ve argümanların önemini arttırıyor.
Sosyal Devlet Kavramı
Çoğumuzun henüz ilkokul sıralarında öğrendiği bir kavram sosyal devlet. Bizlere öğretilen şekliyle bir devlet var ve bütün cömertliğiyle yardıma muhtaç insanlara yardım ediyor. Üstelik bu hayırseverliği için teşekkür bile beklemiyor. Para kullanmaya aklımızın erdiği devirlerde anlıyoruz ki para değerli bir şey ve öyle herkese verilmez, hele hele karşılığında bir şey almıyorsak biliriz ki vermek çok daha zordur. Bu bizim çıkış noktamız, devlet gerçekten de söylendiği gibi cömert miydi? Bu sorunun cevabını da biraz daha büyüyüp maaş almaya başladığımızda ve rızamız olmadan bir takım kesintilerin gerçekleştiğini fark ettiğimizde veriyoruz. Devlet kesinlikle cömert değil.
Girizgâh maksadıyla karikatürize edilen bu kısa hikayede şüphesiz hayatımızın bir bölümünün basit ve kırpılmış hali yer alıyor.
Her şeyden önce sosyal devletin iddialarından ve getirdiklerinden başlamalıyız. Sosyal devlet ekonomiyle ilgili olduğu kadar doğrudan hukukla da ilgili bir kavram. Türkiye gibi sivil toplumun yeterince etkili olmadığı toplumlarda bu etki daha da kuvvetli hale geliyor. Öyle ki değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez bir konu üzerinde tartışıyoruz burada. Anayasanın ikinci maddesine göre “Türkiye Cumhuriyeti, … demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir. “
Bu maddeyi koyanlar aynı şekilde anayasaya 1937 yılında bir anlamda uzantısı olan devletçilik ilkesini de koymuşlardır. Ne var ki o ilke bugünkü anayasaya miras kalmasa da zihnimizdeki etkisini sürdürmekte.
Anayasada da yer alan sosyal devlet anlayışına dair pek çok tanım bulunabilir. Ancak şahsi kanaatim ülkemizdeki ve dünyadaki tecrübeler ışığında en doğru tanımı Anayasa Mahkemesi yapmaktadır.
“Sosyal hukuk devleti, güçsüzleri güçlüler karşısında koruyarak gerçek eşitliği yani sosyal adaleti ve toplumsal dengeyi sağlamakla yükümlü devlet demektir.”1
Bu tanımdan şu sonuçları çıkarabiliriz;
1- Güçsüzler güçlüler karşısında korunacak.
2- Gerçek eşitlik sağlanacak.
3- Gerçek eşitlik sosyal adalet ve toplumsal denge ile aynı anlama gelmekte.
4- Devlet tüm bunları etkin kılmakta görevli olacak.
Bu dört sonucun her biri ayrı ayrı incelendiğinde müdahaleci bir yönetim anlayışı da çözümlenecektir. Her şeyden önce sosyal devlete görev olarak güçsüzleri güçlüler karşısında korumak veriliyor. Burada güçten bahsedilen şüphe yok ki zenginlik. Yani devlet refah içerisinde yaşayan vatandaşlarından refah içinde yaşamayanlarını koruyacak, bu durumda akıllara refah sağlayan, üreten, işçi istihdam eden yatırımcıyı yahut girişimciyi devletten kim koruyacak sorusu gelmeli ancak bu yazının kapsamını epey aşıyor. Yine de ifade etmek gerekir ki ekonomik olarak güçlü olan kimselerin korunmadığı bir toplumda güçsüz kimselerin korunması da mümkün değildir.
İlgili tanımda gerçek eşitliğin sağlanacağından bahsediliyor. Eşitlik ifadesi yetmemiş olacak ki gerçek nitelemesi gerekli görülmüş. Hemen devamında ise gerçek eşitliğin sosyal adaletle ve toplumsal dengeyle bir tutulduğunu görmekteyiz.
Bu tanımda gerçek eşitliğin adaletle değil, ancak sosyal adalet kavramıyla bir tutulabileceği de açıktır. Bilinçsiz olarak yapılan bu ayrım aslında adalet ile sosyal adaletin birbirinden epey farklı olduğunu gösteriyor. Yine de birçok kimse, adaletin, sosyal adaletten başka bir türünün bulunmadığını zannetmektedir.2 Ancak çekinmeden söylemek gerekir ki yeniden dağıtım adil değildir, çalışanla çalışmayanın harcadığı emek, vakit ve sermaye bir olmadığı gibi elde edilen kazanç da eşitlenemez. Bu çaba sürekli bir yeniden dağıtımı ve dolaylı sonucu olarak zorbalığı meydana getirir. Her insanın bilgisi, yeteneği ve yatkın olduğu alanlar farklıdır. Sosyalist bir devrim çoğu zaman yetersizdir, sosyalizmin tam anlamıyla uygulanabilmesi için sürekli bir devrime yani devrimlere ihtiyaç vardır ki sivrilen, öne çıkan bireyler törpülensin. Sürekli bir devrimin kaçınılmaz sonucu baskı ve otorite ile yönetmektir. Sovyetler bunun en net örneğiydi.
Nihayetinde tanımın dördüncü aşamasına geldiğimizde devletin bunu etkin kılacağından bahsediyoruz. Bu doğrultuda yazının bu noktasından sonra tanımdan sıyrılıp sosyal devletin başarısını ve etkilerini konuşacağız.
Ne Getiriyor, Ne Götürüyor?
Sosyal adaleti hakim kılma görevi devlete veriliyor. Devlete bir konuda yetki vermek, biliyoruz ki yalnızca yetki vermek değildir. Meşru şiddet tekelini3 elinde tutan devlete sosyal adaleti sağla denilirse, bunun için gerektiğinde erklerini ve kolluk kuvvetlerini kullanabileceği de kabul edilmiş olur. Devlet, doğası gereği her zaman kendi lehine kararlar alacaktır. Toplumu, harçlıklarının bir kısmını babasına emanet eden ve “Bundan sonra sen idare et.” diyen bir çocuk gibi düşünebiliriz. Ancak bir farkla, bizim örneğimizde son derece otoriter ve parayı nereye harcadığının hesabını vermek zorunda olmayan bir baba var. İşte sosyal devlet ile birlikte bu savurgan ve otoriter babaya dur diyemeyeceğimiz bir düzeni getirmekle birlikte bir bakıma toplum için kölelik yolunu açmış oluruz.4
Biliyoruz ki dünya sanayileşme sürecine girdiğinde buna direnç gösterenler siyasi ve ekonomik nedenlerle aristokratlar oldu, el becerilerinin yerini makineleşmenin aldığı bu dönemde zanaatkârlar da sanayinin yayılmasına karşı çıktılar. Çoğunluğu orta ve alt gelir grubundan olan bu insanlar işlerini kaybetme korkusuyla karşı çıktılar. Ne var ki sanayileşme ve kapitalizm ile birlikte en büyük faydayı yine orta ve alt gelir grubu gördü. Hâlihazırda zengin olan kesim için değişen bir şey olmadı, yalnızca artık topraktan değil fabrikadan kazanmaya başladılar. Oysa düşük gelir grubu daha kolay bir yaşamı, daha az maliyetle elde etti. Üstelik bunu yaparken siyasi haklarını, temel hak ve özgürlüklerini de kazandı. Örneğin kölelik sona erdi, kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanındı. Kısacası ekonomik özgürlük ve siyasi özgürlük birbirini destekleyerek geldi.
İşte bugün sosyal devleti sahiplenen ve onun olmadığı bir ekonomik sisteme karşı çıkan orta ve alt gelir grubu da zanaatkârlarla aynı yanılgıya düşmekte. Sosyal devletin zorunlu ve doğal sonucu olan vergiler sanılanın aksine en çok onlara zarar vermekte. Birey, kazancının önemli bir bölümünü devlete verip, yalnızca bir kısmının kendisine dönmesini beklemektedir. Ampirik bir gerçek olarak, insanların çoğunu yoksulluktan kurtaran, yapılan ödemeler değil iktisadi büyümedir.5
Sosyal devletin bizden ekonomik olarak götürdüklerinin yanında temel hak ve özgürlüklerimizden eksilttikleri de azımsanacak gibi değil. Ay sonunda alınan maaştan, tükettiğimiz ürünlerin içindekilerine kadar hayatımızın her alanında bizden alınan vergilerin bütçemize etkisi sonucunda devletin ücretsiz olarak hizmet verdiği –ki ücretsiz olmadığını artık biliyoruz- okullarda okuyor, hastanelerde tedavi oluyoruz. Burada farkında olmasak da en temel özgürlüklerimizden biri olduğuna inandığım tercih etme özgürlüğümüz ihlal edilmekte. Özel bir hastanede tedavi olma, özel bir okulda eğitim görme hakkımız kanun yoluyla olmasa da günün sonunda sosyal devlet politikalarıyla birlikte bir anlamda engellenmekte, kısıtlanmakta.
Buradaki temel yanılgılardan biri de vergi kesintileri ve yeniden dağıtım olmasaydı da özel kurumlardan hizmet alacak kadar zengin olamayacağımızdır. Bu yanılgının temel nedeni ise; halkın çoğunluğunun devlet kurumlarına gittiği ve özel kurumların az müşteriye hizmet verdiği bir pazarı düşünmeye devam etme yanlışımızdır. Temel iktisat bilgimizle dahi sosyal devletin olmadığı bir senaryoda bugünkü fiyatların olmayacağını tahmin edebiliriz.
Ayrıca sosyal devleti savunan çevrelerce getirilen eleştirilerden ekonomik veya siyasi olanları haricinde ahlaki olanları da epey temelsiz ve yetersiz. Vergilerle yoksullara yardım etmek aslında bir yardım faaliyeti yahut hayırseverlik değildir. Zira burada bir zorunluluk vardır ve iyilik dediğimiz şey tabiatı gereği zorunlu değil, keyfidir. Örneğin sosyal devletin olmadığı bir toplumda kişisel yardımlar kelimenin gerçek anlamıyla hayırseverlik olacaktır. Nasıl ki devlet ekonomik düzlemde tercih etme özgürlüğümüzü engellemekteyse ahlaki düzlemde de yardım etme hakkımıza müdahale etmektedir.
Yine aynı devlet iyilik yaptığını zannederek yardım etmek istemeyenleri de zorlayarak bir yanlışa yol açmaktadır. Evet, pekâlâ bize göre yardım etmemek ahlaki değildir ve kınanmalıdır ancak bu kişileri en fazla vicdanlarımızda mahkûm edebiliriz. Devlet aslında -kendince- bir iyilik yapmak için birden fazla kötülüğe yol açmakta, özgürlüğümüzü tehdit etmektedir. Nihayetinde bugün bize zorla iyilik yaptıran devlet yarın zorla kötülük de yaptırabilir. Zira neyin iyi olduğuna karar verme hakkını devlete vermiş oluyoruz, üstelik iyilik yapmayanları –yani vergi vermeyenleri- cezalandırma yetkisini de.
Ayrıca yeniden dağıtım için görevlendirilen memur kadrosu, devlet dairelerinin maliyeti, bürokrasinin kamuya getirdiği yük ve hantallık düşünüldüğünde pekâlâ verdiğimiz vergilerin önemli bir kısmı alt gelir grubuna değil sayıları milyonları bulan memur kadrolarına gitmektedir. Elimizde ampirik veriler olsaydı ve sosyal devlet politikaları gereği alınan vergilerin ne kadarının gerçekten ihtiyacı olan yoksullara gittiğini, ne kadarının görevli memurlara ödendiğini öğrenebilseydik sanırım tartışmayı sürdürmenin bir anlamı da kalmazdı.
Yine biliyoruz ki piyasa ekonomisinde büyümeyi ve refahı sağlayan vatandaşların bireysel çabaları ve kazancı maksimize etme çabalarıdır. Nihayetinde sanayi, bilim, teknoloji, tıp ve benzeri alanlarda ilerlemeyi kazanç elde etme saikiyle hareket eden insanlar sağlamıştır. Bugün üretim araçlarının ve daha pek çok şeyin devlete ait olduğu, milyoner olmanın mümkün olmadığı sosyalist bir devlette nasıl ki insanlar para kazanmak için girişimde bulunmayacaksa pekâlâ çalışıp üretenden ağır vergiler kesilen, çalışmayana işsizlik maaşı bağlanan bir devlette de insanlar çalışmak için isteksiz olacak ve bu da büyüme oranını, dolayısıyla refah seviyesini olumsuz etkileyecektir. Örneğin Steve Jobs, Bill Gates, Larry Page, Jeff Bezos ve benzerleri Sovyetlerde ya da o çizgide bir ülkede değil Amerika’da ortaya çıktılar. Yine biliyoruz ki onların bireysel olarak kazanç elde etmeleri ABD’nin refah seviyesini yükseltmekle de kalmadı. Örnek vermek gerekirse sadece Bill Gates’in –zor ve baskı altında olmadan- yaptığı yardımlarla Afrika ülkelerinin yaşanılabilir kılınması adına önemli adımlar atıldı.
Amerika elbette bir cennet değil ve sosyal devletin etkisi hüküm sürüyor ancak piyasa koşullarına ve rekabete günümüzdeki pek çok ülkeden daha fazla saygı duyduğu da tartışılmıyor. Şayet ABD girişimcilere ağır vergiler yükleseydi, bürokrasi aracılığıyla önlerini kesseydi bugün kullandığımız teknolojiden mahrum kalır, en iyi ihtimalle on yıl geriden gelirdik. Görüldüğü üzere sosyal devletin gereklilikleri olan uygulamalar yalnızca girişimcinin değil pekâlâ o ülkenin ve günün sonunda tüm insanlığın başına bela açmakta.
Liberal düşünür Atilla Yayla’nın Piyasa Medeniyeti6 makalesinde belirttiği üzere gerçekten de sosyal devlet çağrıları piyasa ekonomisinin uzun süre hâkim olduğu ve doğal sonucu olarak refahın arttığı devletlerde görülmektedir. Aslında öyle inanıyorum ki sosyalist bir devlet ideali olan pek çok kişi de içten içe liberal bir toplumda yaşamaktan dolayı mutsuz değil. Aksine Liberalizmin sağladığı siyasi özgürlüklerden dolayı istemsizce mutlu oluyor ancak belki bilgisizlik, belki de bilinçli bir tercih ile ekonomide sosyalist bir model istiyor, bunun liberal toplumdaki yansıması olan sosyal devleti talep ediyor.
Ayrıca müdahaleci bir devlete karşı çıkışımızın temel nedenlerinden biri olan devletin ekonomiden anlamaması gibi -ki bu normaldir, zira ekonomide bireyler ve çıkarları söz konusudur- pekâlâ devlet kime yardım edeceğini, kimin gerçekten yeniden dağıtımda ihtiyaç sahibi olduğunun da farkına varamaz. Oysa sivil toplum, mahalle kültürü ve esnaf yani yerel ölçekte piyasa bunun tespitini daha sağlıklı yapar. Örneğin Osmanlı’dan günümüze devredilen vakıf sistemi bunun etkili bir enstrümanıdır. Devlet kime yardım edeceğini bilemez, nasıl yardım edeceğini bilemez, ne kadar yardım edeceğini bilemez. Ancak tecrübeler sonucunda günümüze ulaşan toplum davranışlarında bu zaten bellidir, devlete burada düşen negatif bir tavır olarak müdahale etmemektir.
Bir örnek vermek gerekirse 1983’ten beri devam eden kurban bayramında kesilen hayvanların derilerinin THK’ya bağışlanması zorunluluğu insanların tercihlerine büyük bir kısıtlama ve hayırseverliklerine prangaydı. Nihayetinde 2013 yılında kaldırılan uygulamayla bu karar hem ekonomik olarak düşük gelir grubunun faydasına olmuş, hem de siyasi özgürlüklerin genişletilmesini sağlamıştır.
Sonuç
Sosyal devlet refahı sağlamakta zannedildiği kadar başarılı değil. Aksine yeniden dağıtımda kamuya yükledikleri, bürokrasinin yozlaşmasındaki payı ve temel hak ve özgürlüklere vurduğu prangalar düşündüğünde sosyal devletin bizi götüreceği yer refah devleti kavramından refahın silinmesiyle birlikte gücünü arttıracak ceberrut bir devlettir. Refahı sağlamak için yapılması gerekenler temel hak ve özgürlükleri koruma altına alıp piyasa ekonomisini güçlendirmektir. Kaldı ki refah bireylerle ilgili bir kavramdır, devlete atfedilemez. Ancak biliyoruz ki iddia sahibi olan sosyalist devletlerde tam da ifadeye paralel olarak toplum fakir kalırken devletler üretim araçlarını, mülkiyetleri ve en önemlisi bireylerin özgürlüklerini gasp ederek zenginleşmekte; refahın olmadığı zorba devletini meydana getirmektedir. Devletin değil bireylerin refah içinde yaşadığı bir senaryo için yapmamız gereken sivil toplumu güçlendirmek, özgürlükleri korumak ve devleti sınırlandırmaktır. Oysa biliyoruz ki sosyal devlet politikaları sivil toplumu kısıtlayıp devleti güçlendirmekte ve günün sonunda özgürlüklerimizi tehlikeye atmaktadır.
Burakhan Çalışkan
Kocaeli Üniversitesi, Hukuk Fakültesi Bölümü Öğrencisi
Kaynakça
[1] Anayasa Mahkemesi, 26 Ekim 1988 Tarih ve E.1988/19, K.1988/33 Sayılı Karar, Anayasa Mahkemesi Kararlar Dergisi, Sayı 24, s.451-452.
[2] Yayla, Atilla, Piyasa Medeniyeti, http://liberal.org.tr/uploads/yuklemeler/Piyasa-Medeniyeti-Atilla-Yayla.pdf
[3] Kölelik Yolu ifadesi ünlü düşünür Hayek’ten alıntıdır.
[4] Bu tanım için bkz: Weber, Max, Meslek Olarak Siyaset. İstanbul: Chiviyazıları Yayınevi
[5] Acemoğlu, Daron, Ulusların Düşüşü sf. 85
[6] Yayla, Atilla, A.g.e.